Bookinton

Tüm tahminlerimiz ve temennilerimizin aksine (Murakami kazansın istedik, saklamıyoruz.) 2023 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Jon Fosse oldu. Hiçbir kitabını okumamış olmamız, dünya çapındaki ünüyle birleşince kendisi bizim için daha da keşfedilesi oldu. En zoru hiç tanımadığınız ve tarzının adını koyamadığınız bir yazarı anlatmakmış. Fosse’yi soğuk ve kasvetli bulmakla bulmamak arasında gidip geldiğimiz (neyse ki İngilizler de oyunlarına epey mesafeliymiş), “ya aslında sevdik de galiba” dediğimiz, bol sohbetli ve bol trivialı yazımız sizinle…

Ceren Burak – Utku Özer – Yasemin Kaya

Fosse’den okumak için Utku Özer Sabahtan Akşama’yı, Yasemin Kaya Melankoli I-II’yi seçti ve ben Ceren Burak Üçleme kitabını okudum. Böylece bu Jon Fosse sohbetimiz ortaya çıktı. Kitapların kısa incelemelerini sohbetimizin sonunda bulabilirsiniz.

Yasemin, Jon Fosse’yi epey araştırdın. Kimdir, hayatında en çok neler ilgimizi çekebilir? 

Yasemin Kaya: Eylül sonu doğumlu bir Terazi erkeği olduğuyla başlayayım o zaman. Denge arayışında, yaşamında çatışma ve aşırılıklardan kaçan bir burç. Fosse de çekingen ve içe kapanık kişiliğiyle tanınıyor. Astrolojiyi meraklılarına bırakıp yazarımıza “Bir İşte Hayatınız” formatında bakalım. Norveç’in Haugesund kentinde 1959’da doğmuş. Ailesi anne tarafından İngiltere’de 17. yüzyılda ortaya çıkmış Quaker (Norveççede kvekar olarak yazılıyor) mezhebine mensup. Bu mezhepten olanlar, tanrısal ışığın büyüklüğü ve parlaklığından tamamen büyülenmiş bir şekilde heyecanlı ve titreyerek konuştuklarından, karşıtları onlara alay mahiyetinde, “titreme” anlamına gelen bu ismi takmışlar. Yazarın Melankoli kitabında bu mezhebe dair benzer bilgiler var çünkü kitabın esas oğlanı bu mezhepten. 

Fosse iki kız kardeşiyle bir çiftlikte büyüyor. Hayatındaki önemli olaylardan birini henüz 7 yaşındayken yaşıyor ve geçirdiği kaza onun yazarlığı seçmesinde etkili oluyor: “Yedi yaşındayken ölüme çok yaklaşmıştım. Neredeyse kan kaybından ölüyordum. Annem için kilerden bir içki şişesi getirdim, buzda kaydım, şişe kırıldı ve bileğimi kestim. İşte o zaman evimizi gördüm ama kendi gözlerimle değil, uzaktan, sanki kendimin dışındaymışım gibi. Üzgün değildim. Sadece şöyle düşündüm: Evi son kez görüyorum. Bugüne kadar, bu kaza sonucunda yazar olduğuma inanıyorum. Metinlerimin ana perspektifi, yaşam ve ölüm arasındaki sınırda olan birinin perspektifidir.”[1]

Suskun ve asi bir öğrenci olarak biliniyor. Kendini en çok gitar ve keman çalarak ifade edebildiğini söylüyor. Komünist ve anarşist karışımı, keman çalmayı ve kırsalda okumayı seven bir “hippi” olarak büyümüş. Sonrasında Bergen Üniversitesi’ne kaydolup burada sosyoloji, felsefe ve karşılaştırmalı edebiyat okuyor. Yazarlığa roman yazarak başlasa da sonrasında uzun yıllar neredeyse sadece tiyatro oyunu yazıyor. İngilizce uyarlamaları daha az yaygın olmakla birlikte Fosse’nin yaşayan Avrupalı tiyatro yazarları arasında en çok oyunu sahneleneni olduğu söylenir. Ancak henüz bizde sergilenen bir oyunu yokmuş. Belki bundan sonra. Sonrasında yeniden roman yazmaya ağırlık veriyor. Eserlerini yeni Norveççe olarak bilinen Nynorsk dilinde yazıyor. Daha şiirsel bir dil olarak bilinen bu dili Norveç’te ülke bazında konuşanların oranı yüzde 10-15 civarında. Yeni Norveççede en yaygın konuşulan dilin kitap dili olarak da bilinen Bokmal olduğu notunu da düşeyim.

Üretken yazarımızın romanlar, öyküler, şiirler, çocuk kitapları, denemeler ve çevirilerden oluşan eserleri kırka yakın dile çevrilmiş. Nobel’den sonra daha çok okura ulaşacağı kesin. Dünyanın en çok sahnelenen oyun yazarlarından biri olarak da biliniyor. Bir konuşmasında, “Yazdıklarımda bir tür -İngilizcede iyi bir kelime mi bilmiyorum ama- uzlaşma olduğunu hissediyorum ya da Katolik veya Hristiyan kelimesini kullanırsak, barış,” diyor.[2] Bütün hayatı boyunca sosyalist bir çizgide ve ateist olan yazarımız 54 yaşında Katolikliğe geçiyor. Fosse, Katolikliğe geçişiyle yazmak için gerekli olduğunu düşündüğü inanç duygusunu kazandığını ifade ediyor. Yüz yüze röportaj vermeyi pek sevmiyor. Yazarak kendini daha iyi ifade ettiğini söylüyor. Bir de çeviri yapmayı gerçekten sevdiğini söylüyor. İngilizce ve Almancadan epey çevirisi var yazarımızın. Çevirinin bir bakıma okumak gibi olduğunu ama çok derinleşme imkânı verdiği için sevdiğini belirtiyor. 

Son yıllarda Ceren’in de söylediği gibi Kuzeyli yazarlara çok düştük hepimiz. Jon Fosse’de kariyeri boyunca Henrik Ibsen, Samuel Beckett ve hatta Beatles’tan George Harrison ile karşılaştırmalara ilham vermiş gözüyor. Nasıl James Joyce, Ibsen okumak için Norveççe öğrenmişse yazarın İngilizce çevirmeni Damion Searls de Fosse’yi kendi dilinden okumak için Norveççe öğrendiğini söylüyor. Searls 2015 yılında The Paris Review’da yazdığı bir yazıda “Norveç edebiyatının dört yaşlı devlet adamını biraz Beatles gibi düşünün,” diye yazıyor. “Per Petterson (At Çalmaya Gidiyoruz) sağlam, her zaman güvenilir Ringo; Dag Solstad (Mahcubiyet ve Haysiyet) deneyselci, fikir adamı olan John; Karl Ove Knausgaard (Kavgam) sevimli Paul ve Fosse ise sessiz, mistik, ruhani, muhtemelen içlerindeki en iyi zanaatkâr olan George.” Güzel benzetme bence.

Fosse’ye “söylenemez olanı seslendiren, yenilikçi oyunları ve düzyazıları” nedeniyle Nobel verildiği söylendi. Sizce neden verildi? 

Ceren Burak: Nobel’i kazanmış olması vesilesi ile ilk kez okudum Fosse’yi. Biraz araştırdıkça gördüm ki bizim ülke sınırlarımızda büyük bir ünü yok aslında. Tabii bundan sonra durum değişecektir. Çok okunan ve çok sevilen yazarlar vardır ya ve bizimle bir güruh okuduğu için biraz büyüsünü yitirir. Fosse sanki az okunduğu için benim tarafımdan keşfedilmiş, bana özelmiş gibi hissettirdi. (Öyle bir şey yok elbette.) Kendisi için çoktan “yirmi birinci yüzyılın Beckett’i” yorumları yapılmış durumda. Nobel verme işi tek bir eserin sonucu değil; bir birikim. On iki yaşından beri yazıyormuş. En çok kim zor okunuyorsa o kazanır da diyemeyiz. Söylenemez olanı seslendirmekle kastedilen ne çok bilmiyorum çünkü bunu yapan çok yazar biliyoruz. Rüyadaymış gibi anlatımları ve zamanda yaptığı sıçramaları okurken zorlasa da bende farklı bir tat bıraktı. Kitap çoktan bitmiş olmasına rağmen düşünmeden, aklına getirmeden duramıyor insan. Ben kitapta cevapları tamamen okuyucuya bırakılmış soruları da çok seviyorum. Bu sebeplerden bu sene Nobel’in ona verildiğini ve hakettiğini düşünüyorum.

YK: Fosse hakkında okuma yaparken gördüm ki aslında onu yakından tanıyanlar için o uzun yıllardır Nobel Edebiyat Ödülü’nün en büyük adayı. Örneğin İngiliz çevirmeni 2015 yılında söylüyor bunu. Sanırım handikabı diğer Norveçli yazarlar kadar çok diğer dillere çevrilmemiş olması. Bunda yeni Norveççe yazmasının da etkisi olabilir. Eserlerinde müzikaliteye önem verdiğini, yavaş bir anlatım tarzı olduğunu düşünüyorum.  

Utku Özer: Son yıllarda Nobel Edebiyat Ödüllü oldukça tartışmalı olmaya başladı. Aslında bunu pek çok edebiyat ödülü için söyleyebiliriz. Nobel’e yönelik en önemli eleştirilerden biri ödülün çeşitlilik konusunda sınıfta kaldığı, fazlasıyla Avrupa merkezli ve hatta cinsiyetçi olduğu yönündeydi. Nobel komitesi bu eleştirileri ciddiye almış görünüyor. Son on yılda ödülü kazananlara baktığımızda Çin, Kanada, Belarus, Tanzanya, Avusturya gibi ödülün geleneksel olarak çok sık gitmediği ülkeleri görüyoruz. Ayrıca listenin yarısını da kadın yazarlar oluşturuyor. 

Ancak bu sefer de çeşitlilik yaratmak adına ödülün aslında bu ödülü hak etmeyen, pek bilinmeyen, kimi zaman edebiyatçı olarak değerlendirilmesi güç kişilere verildiği eleştirileri gelmeye başlandı. Bob Dylan ve Svetlana Alexievich -ki ikisini de çok severim- edebiyatçı olup olmama doğrultusundaki eleştirilerden paylarına düşeni fazlasıyla aldılar. Ödülün politikleşmesi de bir diğer eleştiri konusu. Bu yüzden örneğin Murakami gibi ne eserlerinde ne de özel hayatlarında siyasete dair bir şeyler söylemeyen yazarların Nobel almasının mümkün olmadığı konuşuluyor. Murakami örneğinden devam edersek popüler ve sevilen bir yazar olmak da Nobel alamama kriteri olarak değerlendiriliyor. Bunu olumlu tarafından görmek de mümkün tabii. Bu sayede belki duymayacağımız, okumayacağımız pek çok yazarla tanıştık. Annie Ernaux okumaktan hiçbirimizin şikâyetçi olduğunu sanmıyorum. Fosse de benim için öyle oldu ama dünya edebiyatının pek çok önemli isminin Nobel ödülü alamadığı da bir gerçek.

Fosse de aslında Nobel’in eski çerçevesini kırmaya çalışırken oluşturduğu yeni çerçeveye oldukça uyuyor. Norveç’ten bu ödülü kazanan yalnızca dördüncü yazar. Üstelik yazdığı dil Norveççe değil. Norveç’te kullanılan bir azınlık dili olan Nynorsk dilinde yazıyor. Bu dili tercih etmesi bile başlı başına politik bir duruş. Bir de tabii farklı türlerde yazıyor. Bu anlamda kendi içinde bile çeşitlilik barındıran bir yazar. 

Biraz hayatı ve eserleri hakkında yazıları okuduğumuzda öğreniyoruz ki birden fazla kitabında kullandığı Asle karakteri onun alter-egosu. Benim okuduğum Üçleme’de de Asle adında genç bir adam vardı örneğin. Kendi hayatı ile karakterleri arasındaki bu türden bir eşleşme, derin bir empati yaratır. Kendi okuduklarınız penceresinden düşünürseniz Fosse’nin alametifarikası bu derin empati kurma yeteneğidir diyebilir miyiz? 

CB: Empati kurma ve dolayısıyla empati kurdurmak en iyi bildiği şey olabilir. Bunda kendi hayatından büyük oranda beslenmesi etken bence. 

UÖ: Kesinlikle. Sabahtan Akşama çok kısa bir kitap ama duygular içinden taşıyor ve bize geçiyor. Elbette insan hayatının en duygusal iki olayını, doğumu ve ölümü anlatıyor olması bunda oldukça önemli bir rol oynuyor ama metin de çok güçlü yazılmış. Böyle yazabilmek elbette güçlü bir empati yeteneğinin de göstergesi.

YK: Henüz yazarın bir kitabını okuduğum kısıtı altında yalnız karakterleri yazmayı ve onların iç dünyasına odaklanmayı sevdiğini düşündüm. Okuduğum kitapta 4 bölüm vardı ve her birinin olay örgüsü ne diye sorsanız size çok az şey söyleyebilirim. Zaten kendisi de Financial Times’a 2018’de verdiği demeçte “Kitaplarımı olay örgüsü için okumazsınız,” diyor. 

Cümlelerinin sonsuz denecek uzunlukta olması, hep virgülle ayrılması, noktaya bir türlü ulaşamamamız… Bunlar çok ayrıcı özellikler. Okurken sizi zorladı mı bu yapı?

UÖ: Biraz zorladı ama dediğim gibi Sabahtan Akşama kısa bir metin olduğu için yine de o kadar zorlanmamış oldum. Bir de upuzun cümlelere rağmen kullanılan dil oldukça sade. Bu da okumayı kolaylaştırıyor. 

Bir de şu aralar Kayıp Zamanın İzinde’yi okuyorum. O yüzden bitmeyen cümleler konusunda biraz antremanlıyım. Öte yandan Fosse bitmeyen cümlelerine rağmen kullandığı dilin sadeliğiyle aslında bir ara yol yaratmış gibi. Bu da belki Nobel’de etkili olmuş olabilir.

Bir de elbette Nobel almasında kesinlikle etkili olduğunu bildiğimiz şiirsel dil mevzusu var. Gelmek bilmeyen noktalar da biraz bunun parçası. Virgül araları sanki satır satır, mısra mısra yazılmış gibi. Böyle olunca insan ister istemez ne kadar iyi de olsa çeviride kaybolmuş olabilecekleri düşünüyor. Bir de Fosse, Sabahtan Akşama’da seslerden de yararlanmış. Bu da yine metnin orijinaline dair bir merak uyandırıyor. 

YK: İtiraf edeyim hevesle başladığım Melankoli kitabı beklediğim kadar akmadı. Yazarın basit bir dili olmasına rağmen anlatımı çok zorlu. Sürekli tekrara dayanan dili, bitmek bilmeyen virgülle ayrılmış cümleler beni epey yordu. Üstelik bu tekrarların her birinde de farklı söz dizimleri kullanıyor. Fossece diye bir anlatım diye tarif etmiş kitaplarını Türkçeye çeviren Banu Gürsaler Syvertsen. Nefis ifade etmiş.  

CB: Çok zorladı. Çok kez bıraktım kitabı ama bir kırılma noktası, iyice meraklandıran bir an nihayet geldi. Ondan sonrasında da bırakamadım. Aslında nokta kullanma konusunda çok cimri olduğu için okura düşen virgülün peşinden koşmak ve nefessiz kalmak olabilir ama nefeslenme ihtiyacı hissedilen bir tarzı var. Üşenmeyip kaç adet nokta kullanmış saymak istiyorum. Kesinlikle kendine özgü ve sabırlı okuyuculara ihtiyaç duyan bir tarz. 

Fosse’nin bir aile meselesi hatta daha özelinde bir baba meselesi var. Siz de okuduğunuz kitaplarda hissettiniz mi?

CB: Evet fark edilmeyecek gibi değil. Babalar gitmese, ölmese, babaların varlığına bağlanmış alternatif kaderler var benim okuduğum kitapta. Her şeyin daha güzel olacağını vadeden değil de farklı olacağını düşündüren. 

YK: Evet evet. Melankoli’de kitabın kahramanı yazarın babasıyla sorunlu bir ilişkisi olduğunu onun tarafından anlaşılmadığını hissettiriyor. Kahramanımızın ailesinin Kvekar mezhebinden olması da bir diğer yazarla paralellik kurduğum husus oldu.

UÖ: Sabahtan Akşama’nın ilk bölümü, yani sabah, tamamen bir babanın çocuğunun doğumunu bekleyişini anlatıyor. Biz de bu sürede babanın zihninden geçenleri okuyoruz. İkinci bölümde ise geri dönüşlerle ilk bölümün sonunda dünyaya gelen Johannes’in hayatına tanıklık ediyoruz ve Johannes’in yedi çocuk sahibi olduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla baba olmak aslında kitabın ana temalarından bir tanesi. Fosse’nin kendisinin de altı çocuğu olduğu düşünüldüğünde bunun kitaplarına da yansımış olması doğal.

Ya balıkçı meselesi?

CB: Kitaplarımız hakkında birbirimizle konuşurken hepsinde balıkçı olması şaşırtıcı geldi tabii. “Ya yazar Norveçli ne olsaydı” deyip geçemeyiz çünkü kendi yereli, kendi sınırları ile derdi olan ve o toprakların tek düzeliğinden beslenen bir yazar. Muhtemelen hayatında birçok balıkçı figürü olmuş ve etkilemiş. 

UÖ: Balıkçılık Sabahtan Akşama’da neredeyse başrolde. Kitabın başında çocuğunun doğumunu bekleyen Olai, bir balıkçı ve erkek olacağından emin olduğu doğacak çocuğunun da balıkçı olmasını istiyor. Gerçekten de Johannes adını verdikleri oğulları babası gibi bir balıkçı oluyor. Dolayısıyla kitap boyunca iki balıkçının bilinç akışlarını okuyoruz. İkinci bölümde Johannes’in balıkçılık yaparak geçinmenin zorluklarından bahsettiğini görüyoruz. Balıkçılık Norveç’in en önemli gelir kaynaklarından biri. Doğası gereği de aslında bir yaşam tarzı. Yalnızca ekonomiyi değil toplumu da biçimlendiriyor. Bu nedenle Fosse gibi bir yazarın kitaplarında balıkçı karakterlerin başrolde olmasını şaşırtıcı bulmadım. Fosse aynı zamanda eserlerinde doğayı da sıkça kullanıyor ve balıkçılığın doğayla iç içe olması da Fosse’nin bu karakterlere yer vermesinde rol oynamış olabilir.

YK: Kendisi suyla ilişkisini bir fiyortta büyümesine bağlıyor. Yazılarında çok fazla su (deniz, fiyort, yağmur) olduğunu özellikle de üzücü ya da tehlikeli bir hikâye olduğunda bir şekilde suyu güvenlikle ilişkilendirdiğini söylüyor. Büyüdüğü ortam kitaplarına sızıyor diyebiliriz. Kendisi şöyle anlatıyor bu durumu: “Büyüdüğümde ben ve çevremdeki diğer çocuklar çok özgür yetiştirildik. Yedi, sekiz yaşlarındayken tek başımıza tekneyle açılmamıza izin verilirdi. Ve çocukluğuma dair en güzel anılarımdan bazıları, özellikle yaz aylarında ya da sonbaharın başlarında, öğleden sonraları ve geceleri balık tutmak için babamla birlikte tekneye çıktığım zamanlardı. Hava kararırken teknede, bu manzarada, bu kıyıda olma deneyimi- resim kelimesini sevmiyorum ama bu daha çok bir renk ya da ses gibi hissettiğim bir tür resim.”[3]

Fosse’yi 3 anahtar kelime ile anlatsak neler olurdu?

CB: Münzevi, inanmayı seçen, kelime ustası. 

YK: Minimalist, ritmik ve yenilikçi.

UÖ: Şiirsel, güçlü, minimal. 

Benzettiğiniz ya da siz de benzer tat bırakan bir yazarla karşılatırsanız kim olurdu?

UÖ: Oğuz Atay. Hem noktalama işaretlerinin kullanılma ya da kullanılmama tarzı hem seslerin kullanımı bana biraz Oğuz Atay’ı anımsattı. Ama bu soru olmasaydı bunu düşünür müydüm emin değilim. 

CB: Kesinlikle Romain Gary. Tarzı değil ama şu başından beri konuştuğumuz empati ve kendi hayatından yoğun yararlanma tarafı ile çok benzer geldi bana. Yazma tarzını ise kimselere benzetemedim.

YK: Fosse’nin kendine özgü dili bende bir Oğuz Atay etkisi yarattı. Onu da ilk okuduğumda daha önce görmediğim bir anlatı okuduğumu hissetmiştim. İkisi de iç monolog seviyor. 

Okuduğumuz kitaplardan tadımlık alıntılar yapsak ne seçerdiniz?

YK: “…şimdi kendisini çok halsiz hissediyor, müthiş halsiz ve sakin, balık gözlerinin açıldığını görüyor, Lars’ın resminden ve balık gözlerinden saçılan ışığı görüyor, Oline kendini şimdiye dek hiç olmadığı kadar sakin hissediyor, usulca kulübenin duvarına yaslanıyor, Oline başı duvara dayalı öylece oturuyor ve alt tarafından bir şeyler aktığını hissediyor ve şimdi artık yalnızca balık gözleri ve o dingin ışık var.” Melankoli – s. 349

UÖ: “…şimdi küçük bir oğlan, minik Johannes dünyaya gözlerini açacaktı, Marta’nın karnının sıcak karanlığında sağlıklı ve güzelce büyümüştü, yokluktan küçük bir insana, minik bir adama dönüşmüştü, evet, Marta’nın kanında el ve ayak parmakları, ciğerleri büyümüş, gözleriyle beyni gelişmişti, belki kafasında biraz saçı bile vardı, şimdi Marta’nın telaşlı çığlıkları arasında soğuk dünyaya gelecek, Marta’dan ayrılıp yalnızlığı tadacaktı, herkesten ayrı, yapayalnız olacak, hep yalnız kalacaktı ve bütün acılar bitip de zamanı geldiğinde tükenecek, yokluğa, geldiği yere dönecekti, yokluktan yokluğa, yaşam böyle ilerliyordu, insanlar, hayvanlar, kuşlar, balıklar, evler, fıçılar, tüm varlıklar böyle, evet, diye düşündü Olai, kuşkusuz bundan fazlası var, diye düşündü, her şeyin yokluktan gelip yokluğa gittiği sanılabilir, ama tam böyle değil, çünkü daha fazlası var, ama nedir o bütün ötekiler?”

CB: “Asle gözlerini kemandan kaldırınca karşıda duran Alida’yı duruyor. Duyuyor ve kendisi de kanatlanıyor. Alida kıpırtısız duruyor ama aynı zamanda havada salınıyor. Sonra beraberce havada salınıyorlar şimdi. Alida ile Asle. Asle babasının yüzüne bakıyor, Sigvald Baba gülümsüyor, bu gülüşünde mutluluk var, Sigvald Baba şişeyi dudaklarına götürüyor, okkalı bir yudum alıyor.” 

Fosse ne yazsa okuruz diyebilir miyiz?

CB: Fosse’yi okumanın nirvanası ya da onu okumaya başlamamız gereken başyapıt olarak nitelendirilen Septology serisi olduğu söyleniyor. 2021 yılında bu kitabıyla Uluslararası Booker Ödülü’nde de kısa listeye alınmıştı. Sanırım Türkçe’ye çevrilirse bir şans verebilirim. Bir röportajda benim okuduğum Üçleme ile Septology’nin bağlantılı olduğunu söylüyordu Fosse. Kitapta cümle sonları olmadığı ve çok yoğun bir okuma gerektirdiğini okudum. Umarım hemen çevrilmez. 

UÖ: Sabahtan Akşama zor bir metin değildi. Alışkın olmadığımız bir tarzı var mı? Evet. Yine de klasik roman formundan çok uzak olduğunu düşünmüyorum. Belki belli bir olay örgüsü yok, okuduğumuz tamamen bir zihin akışı ama geri dönüşler boşlukları dolduruyor. Zaten Fosse de kitaplarının olay örgüsü için okunmamasını tavsiye ediyor. Dediğim gibi güçlü de bir metin. O yüzden diğer kitaplarını da merak ediyorum açıkçası. Yine de Nobel almasaydı hemen şimdi okumazdım sanırım. 

Son soru 2024’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kim alır? 

UÖ: Kimin almayacağını biliyoruz sanırım. 

CB: Sanırım sıra Margaret Atwood’da. 

YK: Biraz Avrupa’dan uzaklaşsın isterim. Belli mi olur belki Kanada’ya Margaret Atwood ablamıza gider.

Melankoli I-II

19. yüzyılda yaşamış Norveçli ressam Lars Hertervig’in deliliğe doğru sürüklenişini anlatan Melankoli I, kurgusal bir yapıya sahip olsa da ressamın hayat hikâyesinin ana hatlarıyla kitaptakine benzer bir yönü olması nedeniyle biyografik öğeler de taşıyor. Kitap, üç bölümden oluşuyor ve her bir bölüm bir günü anlatıyor. Romanın ilk bölümü, Norveç’ten geldiği Düsseldorf Sanat Akademisi’nde resim eğitimi almakta olan Hertervig’in hocası tarafından resimlerinin beğenilmeyeceği endişesinin gitgide yeteneğine olan güvenini sarsarak onu bir ruhsal çöküşe götürmesine odaklanıyor. Hertervig’in pansiyoner olarak kaldığı evin kızı Helene’e duyduğu tutkunun da onu derinden etkileyerek zihnini bulandırmasıyla akıl sağlığındaki bozulmanın daha da arttığına tanık oluyoruz. Kitabın ikinci bölümü, üç yıl sonra bir Noel arifesinde Hertervig’in kaldığı akıl hastanesinde geçiyor. Bu bölümde ressamın depresyon ve anksiyete gibi duygularla ve cinsel takıntılarla mücadele ettiğini görüyoruz. Bu bölüm ressamın Helene’e devam eden ilgisine ve resim yapmasına izin verilmediği için yaşadığı büyük hayal kırıklığına odaklanıyor. Üçüncü bölüm, neredeyse 1,5 asır sonra 1991’de geçiyor. Hertervig’in uzak bir akrabası olan yazar Vidme’nin, Ulusal Galeri’de  “Borgøya’dan” adlı resmini gördükten sonra ressama karşı artan ilgisini okuyoruz. Bu bölümün önceki bölümlerle bağlantısını zayıf buldum ve “olmasa da olurmuş” diye düşündüm. Melankoli II kitabında ise ressamın ablası esas kız. Hayatının belki de son günlerini geçirmekte olan ablanın bir gününü anlatan bölümde, onun yaşlılığın getirdiği fiziksel ve mental sorunlarla mücadelesi zaman zaman geçmişe dönüşlerle veriliyor. Melankoli II kitabı daha önceleri ayrı bir kitap olarak basılırken şimdi birinci kitapla birlikte basılması iyi bir karar olmuş.

Üçleme – Jon Fosse

Karışık bir hikâye Üçleme. Aslında olay örgüsü dümdüz ama ölüp aynı isimlerle başka bedenlerde doğanlar yüzünden aklım karışıyor. İki genç Asle ve Alida, ikisi de kimsesiz. Tek bildikleri birbirleri. Büyük bir aşkları ve tatlı minik bir bebekleri var. 

Neredeyse bütün kitap boyunca hava hep soğuk. Norveç’in keskin havasını hep iliklerimizde hissediyoruz. Önce hamile Alida sonra anne Alida yağmurda, buz gibi rüzgarda, karda belinde ve elinde bir yükle Norveç’i Asle’nin peşinden arşınlayıp duruyor. Tamamen ona teslim olmuş, ondan öylesine emin, gölgesi olmuş ayrılmıyor. Zaten bir zaman sonra sadece kısa bir süreliğine ayrıldıklarında bizi çok üzecek, burnumuzun direğinin sızlayacağı olaylar oluyor. Keşke diyoruz keşke o kemanı satmasaydı da Asle, o bileziği almasaydı da bir an bile ayrılmasalardı. O bilezik o kadar Alida’nın ki dönüp dolaşıp buluyor onu. 

Roman boyunca Ales, Asle’nin, Asle, Alida’nın, Alida Asle’nin peşini bir türlü bırakmıyor. Birgün ansızın ortadan kaybolanların, onlara ne olduğu bilinmeyenlerin, ölümü çağrıştıran ama ölümsüzlüğe daha çok yakışan karışık hikâyesi bu…   

Sabahtan Akşama

Jon Fosse’nin 2000 yılında yayımlanan bu kitabında sabah ve akşam doğum ve ölümü ifade eden metaforlar. Kitabın ana karakteri Johannes adlı bir balıkçı. Ama kitabın büyük çoğunluğu boyunca Johannes hayatta değil; Sabahtan Akşama onun doğduğu ve öldüğü günleri anlatıyor. Kitabın ilk bölümünde Johannes’in doğumu sırasında babası Olai’nin zihninden geçenleri; erkek olacağından emin olduğu doğacak çocuğu ile ilgili planlarını, hayata dair sorgulamalarını okuyoruz. Olai, çocuğunun doğumunu beklerken yokluktan var olmak, iyilik ve kötülük, Tanrı ve Şeytan gibi kavramlar üzerinden inancını da sorguluyor. Akıllara ister istemez bunun 2012 yılında Katolik olan Fosse’nin kendi iç sorgulamaları olabileceği düşüncesi geliyor. Bu kısa bölüm Johannes’in dünyaya gelmesiyle sona eriyor. Kitabın ikinci bölüm ise artık yaşlı bir adam olan Johannes’in öldüğü günü anlatıyor. Ama geri dönüşlerle Johannes’in hayatına dair detayları da bizimle paylaşıyor. Oldukça kısa bir metne doğumdan ölüme, yaşamın aslında her anını yoğun bir anlatımla sığdıran Fosse, bizleri derin bir düşünme ve sorgulamayla baş başa bırakıyor.

Diğer yazar dosyalarını okumak için tıklayın. 


[1] https://www.deutschlandfunkkultur.de/jon-fosse-trilogie-perspektive-zwischen-leben-und-tod-100.html

[2] https://www.newyorker.com/culture/the-new-yorker-interview/jon-fosses-search-for-peace?utm_source=nl&utm_brand=tny&utm_mailing=TNY_Humor_111422&utm_campaign=aud-dev&utm_medium=email&bxid=5bea056324c17c6adf10fefb&cndid=26489965&esrc=subscribe-page&utm_term=TNY_Humor

[3] https://www.newyorker.com/culture/the-new-yorker-interview/jon-fosses-search-for-peace?utm_source=nl&utm_brand=tny&utm_mailing=TNY_Humor_111422&utm_campaign=aud-dev&utm_medium=email&bxid=5bea056324c17c6adf10fefb&cndid=26489965&esrc=subscribe-page&utm_term=TNY_Humor

Bir Yorum Bırakın

Epostanız gözükmeyecek.