Bookinton

O bir yazar, şair, gazeteci, yazın ustası. O, Stefan Zweig… Vatanını terk etmek zorunda kalsa da mücadeleden ve yazmaktan vazgeçmeyen, verdiği ilhamla yirminci yüzyıla damgasını vurmuş mahir bir kalem… Okuru insan doğasının derinliklerinde yolculuklara çıkaran bu unutulmaz yazarı gelin daha yakından tanıyalım.

Gökçe Uluscu Kalaycı

Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana’da dünyaya geldi. Ailesi varlıklıydı. Babası zengin bir tekstilciydi, annesi ise itibarı yüksek bir aileden geliyordu. Bu sayede iyi okullarda eğitim görme fırsatına sahip oldu. Eğitim hayatına Viyana’da başlayan Zweig, İngilizce, Fransızca ve Latince öğrendi.

Gençlik yıllarında başlayan yazma tutkusu, üniversite yıllarında iyice hararetlendi. Balzac ve Dickens gibi ünlü edebî kişiler üzerine çalışmalar yayımladı, edebî sohbetlerde kendini gösterdi ve yavaş yavaş kendi tarzına yön vermeye başladı. Felsefe doktorası yaptıysa da akademik dünyada bir kariyer hedeflemedi ve yazmaya ağırlık verdi. Gazete ve dergilerde yazılar yazdı, tiyatro eleştirmenliği yaptı.

Şiirle başlayan serüven

Edebiyata olan ilgisi gençlik yıllarında yeşermeye başlayan Zweig, bu dönemde pek çok şiir yazdı. Basılı ilk eseri de çeşitli dergilere yazdığı şiirleriydi. 1901 yılında, bu şiirleri bir araya topladığı derlemesini Silberne Saiten yayımlandı. Şiirleriyle kendisine küçük bir okuyucu kitlesi oluşturmayı başardıysa da ona asıl şöhreti roman ve deneme türündeki eserleri getirecekti. 

1900’lü yılların başında adım attığı edebiyat yolculuğunun ilerleyen dönemlerini de oldukça üretken geçirdi. İlk romanı Erika Ewald’ın Aşkı 1904 yılında yayımlanan Zweig, başarılı bir romancı olarak övgü topladı. En parlak yılları olarak kabul edilen 1920’li ve 30’lu yıllar arasında, Olağanüstü Bir Gece, Bir Kadının Hayatından Yirmi Dört Saat, Amok Koşucusu ve Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu gibi popüler eserlerine imza attı. 

Zweig’a asıl şöhreti, 1941 yılında yayımlandığında büyük bir başarı yakalayan, birçok farklı dile çevrilen ve günümüzde hâlâ çok satmaya devam eden Satranç adlı romanı getirdi. Kitabın bu kadar etkileyici olmasında şüphesiz psikolojik derinliğinin ve savaşın insan üzerinde bıraktığı korkunç izleri gözler önüne sermesinin payı büyüktü. 

“Adil olmayan barış bile, en haklı savaştan iyidir”

Savaş karşıtı yönüyle tanınan Zweig’ın bu tutumunda elbette savaşın en yıkıcı taraflarını görmüş olmasının büyük etkisi vardı. Birinci Dünya Savaşı’nda orduya katılan Zweig, yalnızca arşivde görev aldı çünkü insan öldürmeyi bir türlü kendi benliğiyle bağdaştıramadı. Yıllar geçip de İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde ise Nazi işgali altındaki ülkesinde ne ailesinin prestijinin ne de kendi şöhretinin onu kurtarmaya yetmeyeceğini çok iyi biliyordu. Kitapları yakılmaya başlandığında ve son olarak evinde arama yapıldığında artık Avusturya’da barınamayacağına karar verdi. Salzburg’daki evinden 1934 yılında ayrılmak durumunda kaldı ve önce İngilitere’ye göç etti. Ardından Portekiz’e giden Zweig, daha sonra da ABD, Arjantin ve Paraguay’da yaşadı. En sonunda da çok sevdiği Brezilya’ya yerleşti.

Zweig, hayatı boyunca savaşı desteklemediğinin altını çizdi ve hep hümanist bir yaklaşım sergiledi. Gazete yazılarında da bundan söz etmekten geri kalmadı. Ona göre, savaşın her türlüsü anlamsızdı ve insan doğasındaki karanlığı ortaya çıkaran ürkütücü bir yanı vardı. 

Eserlerinde savaşın etkilerine sıklıkla yer verdi Zweig. İnsanın iç dünyası ve toplumun kolektif bilinçaltı üzerine savaşlar önemli bir rol oynuyordu ve elbette tablo hiç de iç açıcı değildi. Bireysel ve toplumsal etkileri son derece yıkıcı olan savaş, bu etkiye bizzat maruz kalan Zweig’ın kitaplarında haliyle tema olarak pek çok kez karşımıza çıktı.

En ünlü eseri olarak sayabileceğimiz Satranç’ta Nazi baskısı altında var olmaya çalışan ve hapis hayatında akıl sağlığını satranç oynayarak korumak isteyen bir ana kahramanın öyküsünü okuduk. Zweig’ın kendi yaşam öyküsünü anlattığı Dünün Dünyası ise savaşlardan önceki o eski Avrupa’ya yakılan bir ağıttı âdeta.

Zweig’ın bu savaş karşıtı tutumunu destekleyenler olduğu gibi tepki duyanların sayısı da bir hayli fazlaydı. Savaşla ilgili düşünceleri sebebiyle çok sayıda insan Zweig’a öfkeliydi ve hatta bu öfkelerini onun kitaplarını yakarak, aleyhinde kampanyalar düzenleyerek dışa vurdular. O ise inandıklarını dile getirmeye her koşulda devam etti.

Seçilmiş bir son: Zweig’ın en hüzünlü kararı

Savaşın ve sürgün hayatının Zweig’ın psikolojisi üzerinde tarif edilemez bir tahribat yarattığı aşikârdı. Takvimler 22 Şubat 1942 gününü gösterdiğinde eşi Lotte’yle intihar etmeyi seçen Zweig henüz altmış yaşındaydı.

Son yıllarını çok durgun ve kelimenin tam anlamıyla bunalımlı geçiren Stefan Zweig’ın kendi yaşamını sonlandırmaya tam olarak ne zaman karar verdiğini bilemesek de onu bu yola iten sebepleri görmek mümkündü elbette. Sürgünde yaşamanın zorlukları, savaşın korkunç ve karanlık yüzü, dünyanın içinde bulunduğu atmosfer ve tabii ki ülkesinin işgali Zweig’a o kadar ağır gelmiş olacaktı ki hayatı yaşamaya değer görmüyordu belli ki.

Tıpkı Amok Koşucusu’nda yazdığı gibi, Zweig tahammül etmesi çok zor bir durumun içindeydi: “Çok zor oluyor insanın her şeyi içine atması ve içinde debelenmesi…”

Zweig ve eşi Lotte’nin intihar etmeden hemen önceki diyaloglarına dair romantik rivayetler varlığını sürdürse de aralarında nasıl bir konuşma geçtiği ya da bu kararı nasıl aldıkları her zaman meçhuldü. Tek bilinen, yüksek dozda Veronal içtikten sonra bir daha hiç uyanmamak üzere uykuya daldıklarıydı. Geriye ise şu sarsıcı ve hüzünlü mektubu bıraktı Stefan Zweig:

“Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”

Büyük ustanın unutulmaz mirası

Zweig’ın külliyatı hiç şüphesiz paha biçilemez bir miras. Gerek bizi insanın iç dünyasında yolculuklara çıkaran ve insan doğasını bizlere sorgulatan romanları, gerek edebî dünyanın en ünlü isimleriyle ilgili çalışmaları, yazdığı biyografiler ve onun düşünce pratiğine ışık tutan denemeleriyle Stefan Zweig her daim var olmaya devam edecek. 

Daha önce hiç Stefan Zweig okumadıysanız, bir solukta bitecek Satranç, Olağanüstü Bir Gece ya da Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ile siz de bu serüvene katılabilirsiniz. 

“Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.” 

(Olağanüstü Bir Gece)

Kaynakça:

https://kidega.com/yazar/stefan-zweig-002093/

https://www.kitapyurdu.com/yazar/stefan-zweig/3602.html

https://www.biyografi.info/kisi/stefan-zweig

https://www.canyayinlari.com/stefan-zweigin-edebiyata-ve-yasama-vedasi-satranc

https://www.iskultur.com.tr/yazarlar/stefan-zweig

Diğer yazar dosyalarını okumak için tıklayın.

3 Yorum

Bir Yorum Bırakın

Epostanız gözükmeyecek.