Trieste, bir şehirden fazlasıdır; bir bellektir, bir edebî yankı, bir dönüşümün sahnesi. James Joyce’un ayak izlerini süren her adım mekânla düşüncenin kesiştiği bir eşikte durur. Ve edebiyat, yüzyıllardır olduğu gibi kendini yeniden üreterek tarihi ve coğrafyaları aşarak güneşin altında bir gölge gibi zihinleri ferahlatır.


Hasan Sezer

Bir Yazarın Ayak İzleri


Trieste, Adriyatik’in kıyısında sıkışmış bir sınır şehri olmanın ötesinde, belleğin ve edebiyatın iç içe geçtiği canlı bir harita olma özelliği taşır. Bu çok kültürlü kente adım attığınız anda tıpkı birçok yazar gibi James Joyce’un ayak izlerini de sürmeye başlarsınız. Sokaklar sessizce konuşur: Via San Nicolò’da esen rüzgâr, Piazza Unità’nın görkemli ışıkları, bir köprü kenarına iliştirilmiş James heykeli, kafelerin, barların duvarlarını süsleyen Joyce fotoğrafları, tabelalar, tarihi bugüne taşıyan onlarca iz, onlarca hatıra… Bu şehir, yazarın izole edilmiş yalnızlığını, onun dil ve kimlik arayışının mekânsal karşılığını barındırır. Öyle ki, kent bir yaşam alanının ötesinde bir hafıza barınağı haline gelmiştir.
Joyce’un Trieste’si bir sürgün mekânıdır. Aynı zamanda yazı, aşk, hayal kırıklığı, kısacası yaşamın kendisiyle dolu yoğun bir yaratım döneminin sahnesidir. Yazar burada bulunmaktan ziyade burada dönüşmüştür. Ve bir asır sonra, bir yaz günü, onunla aynı ışığın altında yürümek bir edebiyatçının ayak izlerinde düşünmenin ne anlama geldiğini yeniden sordurur insana.
***
James Joyce denildiğinde akla genellikle Dublin gelir. Oysa Joyce’un hayatının en verimli, en çalkantılı ve yazın açısından en belirleyici dönemi Trieste’de geçmiştir. Joyce, 1904 yılında Nora Barnacle ile Trieste’ye gelmiş, burada Berlitz Dil Okulu’nda İngilizce öğretmenliği yapmaya başlamış ve ailesinin geçimini sağlamak için özel dersler vermiştir. Trieste’deki yaşamı boyunca hem ekonomik zorluklar hem de kişisel krizlerle boğuşmuş; buna rağmen Dublinliler’i, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni ve Ulysses‘in ilk bölümlerini burada kaleme almıştır.


“İkinci evim” dediği Trieste’de, şehrin belleğini ve çok kültürlü kimliğini eserlerinde işlemiştir. Bu noktada, Trieste’nin edebi belleği, Joyce’un izleri yalnızca fiziksel işaretlemelerle değil, aynı zamanda onun düşünsel atmosferini sürdüren etkinliklerle de canlı tutulmaktadır. Trieste Üniversitesi tarafından bu yıl yirmi yedincisi düzenlenen James Joyce Yaz Okulu, bu belleğin kurumsallaşmış hâlidir. Katılımcıların akademik çeşitliliği, sunumların derinliği ve kentin Joyce ile kurduğu çok katmanlı ilişki, bu etkinliği akademik bir program olmaktan çıkarıp yaşayan bir kültürel hafıza alanına dönüştürmektedir.


Neden Hâlâ Joyce?


Peki, neden hâlâ Joyce? Onu okumak neden hâlâ kaçınılmaması gereken bir deneyim? Neden onlarca insan her sene kilometrelerce uzaktan Trieste’ye, Joyce’un ikinci evine akın ediyor?
Bu sorunun yanıtı, coğrafyalar, kıtalar boyu ve yüzyıla yaklaşan bir süreç boyunca arandı, tıpkı yaz okulu süresince hem akademik sunumlarda hem de akşamüstü tartışmalarında olduğu gibi. Birçok farklı yaş grubu ve kültürden gelen onlarca insan bir kıyı kentinde bir hafta boyunca bir yazarı tartışmak, onu daha yakından tanımak, tanıklıklarını paylaşmak, onun sesinin yankılanışında yer alabilmek için bulundu. Bu bulunuş modernizmin sınır tanımaz yapısını, dili bir mücadele alanına çeviren edebi stratejileri ve coğrafyasız bir aidiyet talebini, gerçekliği edebiyata, edebiyatı gerçekliğe yaklaştıran Joyce’un izinde, tarihin olduğu gibi bugünün de izinde oluşun göstergesiydi. Amaç hem anlamaktı hem de hissetmek. Amaç edebiyatın hakikatine kavuşmaktı.
 
“’Tarih,’ dedi Stephen, ‘uyanmaya çalıştığım bir kâbus gibi.’”
 
Joyce’un eserleri, bireyin yabancılaşmasıyla birlikte ulus, dil, din ve iktidarla olan çatışmalarını da çıplak hale getirir. Bu noktada yaşamının detaylarına başvuran Joyce’un kendi hayatını bir metne dönüştürmesi, edebiyatın yaşamla nasıl birleşebileceğini, hatta onu dönüştürebileceğini gösterir. Burada bir arşivci gibi gazete köşelerinden toplanmış, bir araştırmacı gibi ansiklopedilerin gölgesinden çıkarılmış bilginin önemi kritiktir. Joyce bu özelliğiyle hem bir tarih hem de bir edebi anlatı örerken dün yürüdüğü sokaklarda bugünün kentinin hafızası haline gelir.


Özellikle Ulysses’teki biçimsel çeşitlilik ve anlatı teknikleri, bireyin dünyayla kurduğu çatışmalı ilişkinin edebi bir temsili olarak öne çıkar. Anlatıda sürekli olarak sezilen politik ve kültürel detaycılık metnin okunmasını zorlaştırırken entelektüel bir yolculuğu da sürdürür. Ancak kurgu ve karakter dinamiği, çarpıcılığını bu detaylarla yitirmez. Diğer yandan Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ndeki otorite, din ve ulusal aidiyetle hesaplaşan Stephen Dedalus karakteri anlam arayışının kıyılarında gezinirken yaşamı farklı pencerelerden görme fırsatı sunar. Dublinliler’in portreleri oldukça canlıdır, her detayıyla sizi yeni bir çağın eşliğinde yeni bir kültürün tanıklığına sürükler. Giacomo Joyce Trieste’nin kısa destanıdır, arzunun ve şehvetin peşinden yürünen yolların tanıklığıdır. Finnegans Wake[1] dillerin, tarihlerin ve kültürlerin kesişim noktasıdır, bu kesişim noktası esrarengiz bir yeniliği doğurur tıpkı Trieste’nin kıyıları gibi.


Her eserde, burada adından söz edilmiş olsun yahut olmasın, düşün dünyasının sınırları zorlanırken tanıklıkların rüzgarları eser, söz konusu rüzgarlar katmanlı bir dilin oyunlarında süzülürken yaşamanın hakikat arayışı, edebiyatın hakikat üretimi karşısında kimisi heyecan kimisi merak, kimisi ahenkli bir ritim kimisi karmakarışık bir bulanıklıkla tanışır. Ancak bu tanışma kolonlu merdivenlerin ötesindedir. Dolayısıyla Joyce’u incelemek, onu okumak ve ona yaklaşmak yalnızca edebiyatçıların işi değil; aynı zamanda tarihçilerin, dilbilimcilerin, felsefecilerin ve ancak en önemlisi okuyucunun işidir. Çünkü Joyce okuyucusuyla bir olmuş, ona doğrudan ya da dolaylı yoldan seslenmeyi asla unutmamış ve her daim okuyucusunun gözlerinde parlayan ışıkla onu anlamasını beklemiştir. Bir nevi Joyce kendini okuyucularının kollarına bırakmıştır.
İşte Trieste bu emanet edilişin mirasının yaşatıldığı kentlerden biridir. Yirmi yedi yıldır olduğu gibi nice yirmi yedi yıllara diyen kendini adamış okuyucuların heyecanı ve ısrarıyla.
 
“Senin mücadelelerin bana ilham veriyor. Ama apaçık ortada olan maddi mücadelelerin değil, alnının gerisinde verilmiş ve kazanılmış olan mücadelelerin.”
 
Joyce’u bugün de önemli kılan olgu onun dünyayı sabit anlamlarla değil, çoklu ve çelişkili anlam alanlarıyla düşünmeye çağırmasıdır. Bugünün dünyasında, dilsizlikle, sürgünle ve ait olamamakla örülü yeni gerçeklikler içinde Joyce’u okumak; geçmişe değil, şimdiye ve geleceğe dair bir tutum alıştır. Joyce’un mirası sabit anlamlardan çok anlam üretmenin özgürlüğüdür.
Her cümle yeni baştan, yeni bir yorum ışığında okunup yeni bir anlam kazanabilir. Yazarın sunduğu bu sonsuz açıklık, yüzeysel değerlendirmeler ışığında okunması zor, imkânsız eserler bütünü kabulünü doğursa da gerçekte olan okuyucuya tanınan engin hayal gücü ve anlamları yeniden yaratma hakkıdır. Bu nedenle, Joyce yalnızca 20. yüzyılın değil, 21. yüzyılın da yazarıdır. Bu nedenle, Joyce kapalı anlamlarında eskimiş zorlukların değil, yarına nefes veren özgürlüğün yazarıdır.
 
“Her yaşam birçok gün içinde, gün be gün. Kendimize doğru yürürüz, haydutlarla, hayaletlerle, devlerle, yaşlılarla, gençlerle, eşlerle, dullarla, aşık kardeşlerle, ancak her zaman kendimizle karşılaşırız.”


Trieste’den Ayrılırken


Kentin yokuşlarından, hafif rüzgârlı akşamlarından, Joyce’un ayak izlerinde geçirilen zamanlardan geriye kalan yalnızca hatıralar değil; düşünsel izler, edebi yankılar ve tanıklıklar.
 
“Ve sonra ona gözlerimle tekrar sordum evet ve sonra bana evet diyecek miyim diye sordu ve kalbi deli gibi atıyordu ve evet evet dedim evet diyeceğim evet.”
 
Joyce’un Dublin’den ayrılıp Zürih ve Viyana’nın ardından Trieste’ye varması, onun hem kişisel yaşamında hem de edebi üretiminde mekânla kurduğu ilişkiyi belirleyen temel olaylardan biriydi. Bu şehir, ona yalnızca barınak değil, yaratım özgürlüğü de sunmuştu.


Trieste, mekânın da bir metin olabileceğini, bir şehrin bir yazara ne kadar benzeyebileceğini, hatta onu şekillendirebileceğini portreler. Bu yaz okulu, Joyce’un yalnızca okunacak bir yazar değil, aynı zamanda yaşanacak bir deneyim sunduğunu kanıtlar niteliktedir. Onun metinlerinin bir anlatının ötesinde, destansı bir tarih yazımı özelliği taşıdığını ve dahası, dünün bugünle, eskinin yeniyle, unutulmuşun hatırlanışıyla, edebiyatla, hafızayla, en çok da birleştirici bir güçle insanları bir araya getiren Joyce’un büyüklüğünü gösterir.
Trieste, bu açıdan Joyce’un izlerini taşıyan bir şehirdir. Edebiyatın mekânla nasıl kesişebileceğine dair güçlü bir örnek oluştururken Roma’dan Avusturya imparatorluğuna, oradan İtalya’nın ellerine, savaş sonrası özerkliğe kavuşup ardından yeniden İtalya’ya bağlanan kentin Joyce’un üretim sürecinde oynadığı rol, yazının bireysel bir ifadenin ötesinde mekânla, tarihle ve en önemlisi gelecekle kurulan bir ilişki olduğunu da hatırlatır. Geride bırakılan sadece bir kent değil, edebi bir düşünce alanıdır. Bu düşünce alanı her yıl düzenlenen anma, sorgulama ve tartışma ritüelleriyle yeniden ve yeniden gerçekleşerek geleceğin mirası haline gelir. O miras edebiyattır.
 
“Hoş geldin, ey hayat! Milyonuncu keredir yola çıkıyorum yaşantının gerçekliğiyle karşılaşmak ve ruhumun nalbantında ırkımın yaratılmamış̧ vicdanını dövmek için.”
Adsum.
 
 

James Joyce ile ilgili yazımız için tıklayın.

Bir Yorum Bırakın

Your email address will not be published.