Bookinton

İlk baskısı Cumhuriyet Kitapları tarafından 2009’da gerçekleştirilen ve bugün on dördüncü baskıya ulaşan Şu Dağın Ardı İran kitabının yazarı Meltem Vural ile hem kitabı hem de İran’da yaşananlar üzerine sohbet ettik.

Elif Bengü Bozdemir

Irak – İran Savaşı’nın devam ettiği 1980’li yıllarda gencecik bir kadın, aşkı için kimseyi dinlemeyerek İranlı eşi ile yola çıktı. Ailesinden, eğitiminden, işinden vazgeçerek hiç bilmediği bir dil, kültür ve en önemlisi rejim içinde o ateşle yandı kavruldu. Hiç düşünmeden arkasında bıraktığı en önemli şeyin ise özgürlüğü olduğunu fark edince tüm gücüyle ülkesine geri dönmek için büyük savaş verdi. Bunu başarması yıllarını almış olsa da o hiç vazgeçmedi. Geri döndüğünde ise aklında tek bir şey vardı: yaşadıklarını anlatabilmek. Özgürlüğün değerini ülkesindeki herkese, özellikle de kadınlara, anımsatabilmek.

Aslında bu sorumun cevabını kitabında çok net açıklamışsın ama ben buradan kitabını henüz okumamış olanlar için soruyorum: Neden ve kime yazdın bu kitabı Meltem? Kitabın yazılma fikri İranda mı oluştu?

Şu Dağın Ardı İran, arka kapak yazısında belirttiğim gibi, bir yurttaşlık, bir insanlık görevi olarak yazıldı. O yıllarda demokrasimiz askeri darbe ile askıya alınmış olsa da her koşulda Atatürk’ün izindeki Türkiye’ye inancım sonsuzdu. İran toplumu ile yüzyıllardır hem yan yana “Şu dağın ardı” kadar yakın hem de çoğu açıdan “Şu dağın ardı” kadar uzaktık. Oysa İran’dan kaçtıktan sonra o kâbus dolu günleri anımsatan bazı olay ve kişiler beni daha büyük bir dehşete düşürdü. 

Bir ulusal kanalda Humeyni’nin kadınlar için uygun gördüğü ve zorunlu kıldığı tepelikli boneli başörtüler, uzun pardösüler ile bol pantolondan oluşan üniformaları giymiş ama İran’da bir saat bile yaşamamış iki genç Türk kadının “Başımıza ne geleceğini bilmiyoruz ama biz Humeyni’yi Atatürk’ten çok seviyoruz,” sözleri insanlık adına acıları soğumamış yüreğimi iyice dağladı. O an bu düşüncedeki herkesi İran’a götürmek istedim.

Orada bir iki gün yaşamak hepsine yetecekti. Bunu elbette gerçekleştiremezdim ama İran’ı onlara getirebilirdim. Öykündükleri İran’ı, kadın ve insan olarak yaşadıklarımı günahıyla sevabıyla yazmaya böylece karar verdim.

Kitaptaki kişilerin isimleri gerçek mi? Neden öyle olmasını seçtin?

Aslında isimleri benzer isimlerle değiştirerek yazmaya başlamıştım. İlk bölümü bitirdiğimde yaşamın garip cilvesiyle, otuz beş yıl aradan sonra kitabın kahramanı İranlı Ahmet, Ankara’ya beni ziyarete geldi. Kitaptan söz edince hemen okumak istedi. Yazdığım bölümü bitirdiğinde gözleri dolu dolu beğenisini dile getirirken “Neden beni Samet olarak yazdın?” diye sitem etti. “Biliyorsun çok iyi anılarımız yok İran’da ve tüm gerçekleri tüm açıklığıyla yazacağım,”dediğimde “Olsun! Razıyım ben. Çünkü bu bizim hikâyemiz” diye ısrar edince gerçek isimleri kullandım.

Kitabın başında olayları ben yaşıyormuşum gibi tuttuğum nefesimi en sonunda yine sanki o cendereden ben kurtulmuşum gibi bırakabildim. Çok samimi, sanki sohbet edermişçesine kullandığın yazım dilini çok sevdim. Hatta kendime neden yüz altmış sayfa diye sormadım değil… Kitapta anlatmadığın, anlatamadığın ya da daha sonra keşke şunu da yazsaydım dediğin bir şey var mı?

Kitap Ankara’dan gittiğim gece başlayıp İstanbul’a indiğim an bitiyor. Benim İran’ımdan anlatmadık bir şey bırakmadım. Maalesef bizde kitabın “inceliği” seçilme nedeni olduğundan daha çok okura ulaşmak için en zorunu seçtim. Eksiksiz ama kısacık yazdım. Yani yüz metre koşmak için binlerce metre koşan koşucular gibi çalıştım.

14. baskıya ulaşmış bir kitap bu. Ben aslında söylemek istediklerinin ya da söyleyeceklerinin hatta söylemen gerekenlerin daha fazla olduğuna inanıyorum. Ufukta yeni bir kitap var mı?

Kitabın baskısı ve aldığım övgüler beni aşka getirdi doğrusu. Anı yazmayı çok seviyorum ama bu tuzaklarla dolu bir tür. Dünyanı iyi anlatmak, doğru açıklamak adına kendinden söz etmek zorunluluğu okuyucuyu bunaltan hatta kitabı yarım bıraktıran noktaya kolayca getirebiliyor. Oysa birçok kültürde yaşam tanıklığım ve hazine değerinde çil çil “anılarım” var benim. En büyük engelim ise en güzelini üretmek ve en etkin biçimde sunmak tutkusu. Belki yanlış düşünüyorum ama Şu Dağın Ardı İran kitabının üzerine çıkacak bir kitap olmadıkça onları gün yüzüne çıkarmaya pek niyetim yok. 

Kitabın farklı dillere çevirisi yapıldı mı? Bunu düşünüyor musun? Mesela bir İranlı kitabını okusa tepkisi ne olur?

Daha ilk basımında kitabımı okumuş, Columbia Üniversitesinde Türkçe İngilizce çift dil kürsü başkanı bir Türk profesör hanım, İngilizceye çevirmek istedi. ABD’de Türklerin iki katı İranlı yaşadığını, en çok onların çeviri istediğini söyledi ama maalesef yayınevi ile anlaşamadılar, Farsçaya ise belki bundan sonra özgür koşullarda çevrilir. 

Kitabımı Türkiye ile bağlantısı olan çok sayıda İranlı okudu ve övgü dolu iletiler gönderdiler. Benim için en değerlisi; gezmeye geldiği İstanbul’da modern ve şık giysiler içinde, elinde benim kitabımla gülümseyen çok genç bir İranlı kızın fotoğrafı eşliğinde yolladığı iletisidir. O güzel kız, beni Türkiye’ye kaçmak için yüreklendiren Bender Abbas’taki ev arkadaşım, masalımın iyi yürekli meleği Minoo’nun benden sonra dünyaya gelen kızıydı. Annesinden, hiç görmediği Meltem teyzesinin “kahramanlık” masalını o kadar dinlemiş ki, Tahran’da Türk dili kurslarında kendi deyişleriyle, “Türki İstanbuli” öğrenmiş, İstanbul’a gezmeye gelmiş ve kitabımı annesine tercüme etmek üzere almıştı. Kitabımın bana yaşattığı eşsiz duygulardan biri de buydu işte! Engel, sınır, zaman tanımayan değerli duygudaşlıklar.

Tanıdığım tanımadığım İranlılardan gelen iletilerin ortak dileği özetle şöyleydi: “Biz özgürlük uğruna aldandık, aldatıldık ama bizim önümüzde ‘aldatılmış İran’ gibi bir örnek yoktu. Oysa siz bizim başımıza gelenlerden ders çıkarabilir, güzel Türkiye’yi koruyabilirsiniz. Lütfen bizi daha çok anlatın ve her fırsatta anımsayın.”

O hisse çoğumuz aşinayız eminim; bir yola girerken daha başında yanlış yaptığımızı tüm kalbimizle bilmek ama ya doğruysa?” diyerek devam etmek… Sanırım senin İran yolculuğundan dönüşün daha yolun başında başlamıştı. Neden o noktada dönmedin?

Evet, yücelerden yüce Ağrı dağıyla göz göze geldiğim o muhteşem an. İlk pişmanlık yangınımı karlı sinesinde söndürebilsem dediğim an. 

Biri askerî diğeri İslami darbe ile altüst olmuş iki ülkenin gençleri olarak biz, kurban ve kahraman olmanın ince sınırındaydık. Gençtik. Hani şu; “Benim kararım doğrudur, benim seçimim iyidir, eksikse de ben tamamlarım, düzeltirim,” gençliği… Kendimizden başka kimsenin haklı çıkmasına dayanamadığımız zamanlar. Şimdi bu yıllardan o yıllara bakınca bile bunun nedenini bilemiyorum. Salt kadercilikle “Yaşamam gerekiyormuş, yaşadım, Farsça öğrenerek ana dilim Türkçemi çözdüm, İran gibi kadim bir medeniyeti tanıdım, İranlı dostlar edindim,” gibi avuntularım var ama hâlâ bu sorunun cevabı yok. Belki de Susanna Tamaro’dan esinlendiğim yıllar önce yüreğimin götürdüğü yere gitmek güdüsüydü.

Çok kısa zaman önce defalarca tanık olduğumuz bir olay seyrettik. Seyrettik diyorum çünkü sanırım yapabildiğimiz sadece bu. Gencecik bir kadın sırf başörtüsünü yanlış bağladığı için hayattan koparıldı. Yıl 2022. Oysa senin İran yolculuğun bundan seneler önceydi ve İslam devriminin yapıldığı yılların başıydı. O günden bugüne hiç mi bir şey değişmedi? Sence o dönemin İran’ıyla günümüzün İran’ı arasında bir fark var mı?

Elbette büyük fark var. Zaten İran’da ilk yıllarda böylesine büyük baskı yoktu. Medya ve şehir efsaneleri ile korku imparatorluğu yavaş yavaş kuruluyordu. Zaman içinde o hâle getirildik ki, ölüm korkusuyla, sırf kaybetmemek için başımızı sokağa çıkmadan örttük. Bir günde değil, şeriat geldikten birkaç yıl sonra tüm İran’da başörtüsü mecburi oldu. Bir yandan artan kısıtlayıcı baskılar, bir yandan Irak ile savaşın matemi ve yokluğu ile sokakta gülmek bile yasaktı. Bugün İran olaylarına bakıyorum, metroda bir molla, özgürlükçü genç kıza “Saçlarını kapat, bu uğurda şehitler verdik,” diye delicesine haykırıyor. Oysa mollalar şehit vermedi. Örtünmek değil özgürlük için şehit verenler asla mollalar değildi. O şehitler, kızlarına Azade (özgür), meydanlarına Azadi (Özgürlük) ismini veren ve metrodaki özgürlük savaşçısı kızın annesi, babası, büyükleriydi.

İran şimdi çok daha serbest dedikleri zamanlarda bile sadece başörtülerini dört parmak daha yukarıdan bağlayabiliyorlardı. Ama şimdi İran’ın Z kuşağı, ebeveynlerinden çok daha kararlı. Başörtülerini ateşe attılar, saçlarını kazıdılar; şeriatçılara “Tahrik oluyorsan bakma,” diye çığlık çığlığa bağırdılar.

Asıl vurgulamak istediğim; ölümüne eylem yapan özgürlük savaşçıları olan bu kızlar, bu çocuklar kopkoyu bir molla rejiminin tam ortasına doğdular. Eğitimi şeriat hükümleri altında aldılar, yurt dışı ile kısıtlı iletişim içinde büyüdüler. Bugün özgürlükleri için ölümü bile göze alıyorlarsa bu, aile içindeki özgürlük, demokrasi ve çağı yakalayan eğitim ve onlardan aldıkları görgüleri sayesindedir. Kırk dört yıllık bir süreçte elbette tüm dünya ülkeleri gibi İran’da da çok değişti ve bu çağcıl, kararlı gençlerle değişmeye devam edecektir.

Bugün bütün dünyaya yayılan hareket sence bir rejimin sonunu getirebilir mi? İran’ın kendi içinde biraz daha yumuşamasını sağlar mı? Anaerkil bir toplumun kadınları evlerindeki gizli hakimiyetlerini teslim ederler mi? Dünya kadınları olarak boşa mı kürek çekiyoruz İranlı kadınlar için?

İranlı aileler her koşulda anaerkildir. Mollaları bile aslında eşleri yönetir. Çarşaflı da olsa mecliste temsil edilirler. Şeriatın izin vermediği hâkimlik hariç her mesleği yapabilirler. Bu şeriatla yönetilen Arap ülkelerinde hayal bile edilemez. İranlı kadının gücünde Şii geleneklerinin ve kimliğinin etkisini göz ardı etmemek gerek.

Dünya kadınlarının dayanışması her birimize cesaret verir, daha güçlü kılar şüphesiz. İranlı kadınların da bugün bizlerin ve elbette tüm dünyanın desteğini önemsediğini oralı dostlarımdan biliyorum. Ayrıca geleceğin mimarının ve sahibinin kadınlar olacağına yürekten inananlardanım.

İran’ın yaşam tarzı edebiyatına ve sanatına yansıyor mu? Kadınlar sanatta nasıl bir yere sahip? Bir kadın edebiyatından ya da güçlü kadın kalemlerden söz edebilir miyiz?

İran’da yaşarken 19. yüzyılda modern kadın tarikat ve kanaat liderlerinin olduğunu görünce şaşırmıştım. Sanırım çoğumuzun yanılgısı Fars ve Arap kültürünü, farklı dillerine rağmen, aynı abeceyi kullandıkları için aynı kefeye koymamızdan kaynaklanıyor. Şeriata rağmen İranlı kadın göreceli olarak daha üretken ve sanatkâr.

Yaşam tarzı ve baskı İran’da üretilen eserlerde etkin olsa da bugün sinemada İran filmleri kadın oyuncularıyla   birlikte dünyada ilk beşte.Bence kadın hikâyeleri anlatan senaryolar da birer edebiyat eseri. “Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok” adlı ödüllü film İran’da her şeye rağmen üretilen sanata çok güzel bir örnektir. Gizlice çekilen filmde oyuncular ölüm tehdidi ve korkusuyla çekimi tamamladılar ve film Cannes’da ödül aldı. İran ve kadın edebiyatı hatta sineması deyince, İran’ın özgür ruh Furûğ‘un ülkesi olduğunu da unutmayalım. 

Son sorum şu; İran gerçeğini yaşamış biri olarak Türk kadınlarına neler önerebilirsin? Edebiyatın, sanatın bu bağlamda gücü nedir?

Temel eğitim evde başladığı için elbette kadınlara çok büyük sorumluluklar düşüyor. Her coğrafyada kadınların başarılı olabilmesi öncelikle örgütlenmeleri ve kitapla, sanatla iç içe bir yaşam biçiminde bol bol üretmeleriyle doğru orantılıdır. Ve elbette değerlerimize, ilkelerimize, ülkemize el ele sahip çıkmak olmazsa olmaz koşuldur.

Tüm dünyada ama illaki güzel ama huzursuz coğrafyamızda sonsuz barış diliyorum. Gelecek kadınlarındır!

Şu Dağın Ardı İran kitabının incelemesini okumak için tıklayın.

Diğer yazar röportajlarını okumak için tıklayın.

Bir Yorum Bırakın

Epostanız gözükmeyecek.