Hayalin, masalın, gerçeğin, büyünün birbirine karıştığı, son zamanlarda okuduğumuz kitaplara benzemeyen Melankolik Cinler Kılavuzu’nun yazarı Defne Çizakça ile son kitabı ve yazma serüveni üzerine söyleştik.
Zeynep Ceren Burak
Değerli Defne hocam, yeni kitabınız Melankolik Cinler Kılavuzu’nun okuru bol olsun. Çok severek okuduğum bol bol altını çizdiğim bir kitap oldu. Önce kitabınızın isminden başlamak istiyorum. Çok ilgi çekici ve merak uyandıran bir isim. Bu seçimin bir hikayesi var mı?
Çok teşekkür ederim güzel dilekleriniz için Ceren Hanım.
“Melankolik Cinler Kılavuzu” başka dosya başlıklarıyla yaşadı bilgisayarımda uzun süre: “Peri Şivesi,” “Unutkan Katipler,” ve “Bir Kayıp İstanbul Ansiklopedisi,” aklımda kalan eski isimleri.
Kitabın 4 ana anlatıcısı var bildiğiniz gibi ve bunlardan ikisi Kehribar ve Zümrüt. Kendileri bir cin ailesine mensuplar. Kitaptaki iyi saatte olsunlar çok şirinler, kimse endişelenmesin. Lakin yine de “ötekiler”. Başka bir düzlemde yaşıyorlar, uçuyorlar, bizden çok daha uzun hayatlar sürüyorlar, herkesin düşüncelerini okuyabiliyorlar ve bizden iyi seviyorlar. Hem kitapları hem de insanları.
Bu yüzden iyi saatte olsunları kitabın baş tacı etmek, romanın başlığına katmak istedim. Onlar gibi sevmeyi anlama kılavuzu belki de bu roman benim için. Tanıdığımız ve tanımadığımız insanların hikayelerini merak ve sabırla dinlemeyi, birilerinin kulağına deli fikirler fısıldamaktan asla vazgeçmemeyi, adanmışlığı, kitap dedektifliğini ve masal toplayarak yaşamayı öğrenmek…
Kitabınız bir novella ama bir birikimin ürünü olduğu çok belli. Oluşma ve olgunlaşma sürecini bize biraz anlatır mısınız?
Tabii, keyifle anlatırım.
Melankolikleri yazmak çok uzun yıllar sürdü. İlk nüshası yaratıcı yazarlık doktora sürecimde yazıldı. Bu ilk nüsha neredeyse 300 sayfaydı ve İngilizceydi. Onun sayesinde birtakım yazı ödülleri kazandım, sanatçı rezidanslarına gittim, Amerikalı bir menajer edindim. Ama o İngilizce kitaba uygun bir yayınevi bulamadık. Editörler kitabı çok sevdiklerini ama satamayacaklarını söylediler. Menajerim ve ben üzülerek rafa kaldırdık bu projeyi.
Aradan yıllar geçti. Ben İskoçya’dan Türkiye’ye döndüm. Koç Üniversitesi’nde çalışmaya başladım. Kendimi akademik işlere verdim. Derken pandemiyle hepimiz evlere kapandık.
İçe dönünce kalbim yine Melankoliklere kaydı. Acaba bu kitabı kendim Türkçe’ye çevirebilir miyim diye düşündüm. İlk sayfayı çevirmeye başladım ama bir de ne göreyim? Kehribar babasının İstanbul Ansiklopedisi’ni Eminönü’nde bulduğu o sahneyi anlatıyor. Bu bölüm orijinal kitapta çok daha ileri sayfalardaydı. Ve o anda artık başka bir roman yazmakta olduğumu, yıllar içinde ilk kitabın dönüştüğünü, değiştiğini kavradım. Kendim de bu süreçte Ada karakteri olarak kitaba eklenmiş bulundum.
Bence “Melankolik Cinler Kılavuzu” doktora tezimin torunu. Büyükanne kitaptan kız toruna bazı karakterler, masallar ve olay örgüsü miras kaldı. Neredeyse tüm politik arka plan silindi. Birçok karakter de artık yok. Glasgow Kütüphanesi’nin arşivlerinde hayatlarına devam ediyor onlar. Belki bir gün o raflardaki başka kitaplara girerler ve kurgular karışır.
Dünyanın birçok ülkesinde kalmış ve oralarda yaşamış birisiniz. Kitabınızın ana unsuru masallar. En çok hangi ülkenin masallarını sevdiniz?
İrlanda ve İzlanda’nın. Çünkü oralarda hala gündelik hayat içinde perilerden, elflerden, Túatha Dé Danann’lardan, gizli insanlardan ve hayaletlerden konuşulur. Onlara ehemmiyet verilir. Ve masal kapıları ancak onların gerçek olduğuna inananlara açılır.
Hiç sonunu değiştirmek istediğiniz bir masal oldu mu?
Olmaz mı? Beni en çok üzen masal Danimarkalı yazar Hans Christian Anderson’un “Küçük Deniz Kızı.”
Deniz Kızı ölümlü bir Prens’e âşık olur. Karaya çıkmak ve sevdiği adamla beraber olabilmek için bir cadıdan sesine karşılık insan bacakları ister. Sonunda karaya çıkan Deniz Kızı artık bir insana benziyordur ama dilsizdir. Yine de Prens için dans eder. Prens de onu beğenir ama bir sevgiliden çok evcil hayvanı olarak görür. Evinin girişinde, yerde uyumasına izin verir. Derken Prens bir Prenses ile evlenir. Deniz Kızı bacaklarını, denizi, kız kardeşlerini ve de sesini kaybetmiş bir şekilde, özverilerinin hiçbirini fark etmemiş biri için kalp kırıklığından ölür.
Ama madem söz bende, masalı değiştirelim: Cadı’yı sokuyorum devreye. Cadı, ölmekte olan Deniz Kızı’nın imdadına koşar. Yeni bir anlaşma yaparlar. Eğer Deniz Kızı kalp ağrısından ölmemeye ve yeniden sevmeye karar verirse, Cadı ona sesini geri verecektir. Sesine karşılık olarak Deniz Kızı artık Cadı’nın sağ kolu olacaktır. Her seveceği şey ile de -bu bir köpük de olabilir, bir ahtapot yahut gün ışığı da- bacağında yeni bir pul zuhur edecektir Deniz Kızı’nın. Yani tez zamanda balık kuyruğuna kavuşacaktır.
Cadı ve Deniz Kızı ermişler denizlerine, bizler çıkalım kerevetine.
Gerçek masal anlatıcılar kimdir sizce, Şehrazat mı, cinler mi yoksa annelerimiz mi?
Rüyalarımızı yöneten Sümerli kardeş tanrılar, Mamu ve Sisig!
Sümer araştırmalarında Mamu ve Sisig’in kız ve erkek kardeş oldukları düşünülmüş önce. Aydan rüyalar taşıyıp insanlara verirlermiş. Yıllar sonra bunun gramatik bir hatadan kaynaklandığı ve büyük ihtimalle Mamu ve Sisig’in aslında tek bir eril tanrı olduğu keşfedilmiş. Ama ben o birinci ve yanlış teoriyi daha çok seviyorum.
Kendimi kitabınıza yakın hissetmemin en önemli nedeni sanırım İstanbul Ansiklopedisi’ne özel bir merakım olması. Her şeyin ve herkesin hikayesini anlatmak, bilgisini aktarmak mümkün mü sizce?
Değil tabii ki ama bu hayali kurmak bile çok güzel, öyle değil mi?
Borges’in baş döndürücü bir öyküsü var: “Funes, el Memorioso.” Ana karakter atından düştükten sonra her şeyi, tüm detaylarıyla hatırlamaya başlıyor. Bulutların şeklinden tutun da komşunun öksürdüğü ana, yan masada oturan kız çocuğunun çiçekli tokasına kadar. Sorun şu ki bir gün içinde başından geçenleri bir başkasına aktarmak istediğinde 24 saate daha ihtiyacı oluyor. Yani herkesin hikayesini ve bilgisini aktarmaya tek bir ömür asla yetmez.
Reşad Ekrem Koçu da bizim Funes’imiz. Ve o da Borges gibi fantastik olanla gerçeği birbirine yamıyor, bu yüzden de okuması çok zevkli.
“Melankolik Cinler Kılavuzu” için herkesi motive edebilecek, uğruna aşkların bitirildiği, uzun seyahatlere çıkıldığı asla bitmeyen bir kitap düşündüğümde aklıma ilk gelen yapıt haliyle İstanbul Ansiklopedisi oldu. Romandaki ansiklopedi tabii ki Koçu’nunki değil, onu kimin yazdığı ve nasıl kurgulandığı kitabın sonunda anlaşılıyor…
Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitap var mı, varsa biraz tüyo verir misiniz?
Evet, yayına hazırlanan iki kitabım daha var şu an.
Birincisi feminist bir masal derlemesi. Bu derleme üç dilli, yani her masal hem Türkçe hem İngilizce hem de İspanyolca olarak basılacak. Türkçe ve İngilizce olarak yazdığım öyküleri, Erika Cosenza İspanyolca’ya çevirdi. Harika bir iş birliği oldu. Heyecanla kitabı ellerimizde tutmayı bekliyoruz!
İkincisi ise bir yaratıcı yazarlık el kitabı. Doktora sürecimde ve yıllar içinde ders verirken hem kendime hem de öğrencilerime en çok yarar sağlayan ve ilham veren yazı egzersizlerini bir dosyada topladım. Yazmak isteyen herkese, yazı serüveninde duraksamış, belki de hevesi kırılmış yazarlara dost olmasını ümit ediyorum.
En çok etkilendiğiniz başucunuzdan ayırmadığınız kitaplar ve yazarlar hangileri?
O kadar çok var ki…
Bilge Karasu ve devrik cümleleri, özellikle “Göçmüş Kediler Bahçesi,” Latife Tekin’in büyülü gerçekçiliği ve “Sevgili Arsız Ölüm,”, İhsan Oktay Onar’ın felsefe ve edebiyatı ustaca harmanlaması her yapıtında, Orhan Pamuk’un araştırmalarındaki derin sabır, Tezer Özlü’nün hem kişisel hayatında hem de edebiyatındaki özgürlük tutkusu, Roberto Bolaño’nun bana hep hayal kurdurtması, Mariana Enriquez’in Latin Amerikalı gotik dünyası. Karasu, Bolaño ve Enriquez’in hikayelerini yanımdan hiç ayırmadığımı söyleyebilirim şu sıralar.
Çok teşekkür ederim bu tatlı röportaj için!