Kurt Seyt ve Shura’dan bu yana okurları tarafından sevgiyle sarılıp sarmalanmış bir usta kalem Nermin Bezmen. Hepsinde biraz da ben varım, ben de hepsinde biraz kaldım dediği karakterlerini, yazar mutfağını ve kendi hikâyesini samimiyetle anlattı.
Elif Bengü Bozdemir
Sizi kitaplarınızla, sanatsal uğraşılarınızla, sosyal sorumluluk projelerindeki varlığınızla ve tabii özel hayatınızla Nermin Bezmen olarak tanıyoruz. Peki Nermin Bezmen’in gözünden Nermin Bezmen kimdir? Ne için uğraşır yaşamın içinde? Kim için yazar?
Kendini görmek istediği gibi yaşayan biriyim. Dolayısıyla dışarıya verdiğim görüntü de benim yaşamayı seçtiğimden başka bir fotoğraf değil. Tabii kişilerin kendi değerlendirme şekline bağlı olarak hakkımda farklı algılamalar da olabilir ama bu çok nadirdir. Genellikle okurlarım, benimle ilgili takip ettikleri ve kitaplarımdan okudukları üzerine canlandırdıkları kimliğimle, beni tanıdıkları zaman karşılaştıkları arasında hiçbir aykırılık, dolayısıyla hayâl kırıklığı yaşamadıklarını söylerler. Bu, kiminle olursa olsun dürüst ve samimi bir ilişki için çok önemli bir faktör.
Kendimi özetle tarif edecek olursam huzurlu ama mücadeleci, sakin ama içinde fırtınalar kopan, anlayışlı ama inatçı, duygusal, kırılgan ama mücadeleci, mutlu, eğlenceli ama yüreğinin bir köşesi hep hüzün çırpıntılı, sevecen ama değerlerinden tavizsiz biriyim.
Ruh dünyam, yüreğim, düşüncelerim, düşlerim binbir renk, binbir ses, binbir dalga ve rüzgâr eşliğinde salınır. Buna rağmen yine de dingin, huzurlu, meditatif bir bilgelikle harmanlayabiliyorum bu metcezirlerimi. Yüreğimin sesiyle yaşar, yüreğimin sesiyle yazarım. Hiçbir seçimimi, çoğunluğa, genele, modaya, güncele veya birilerine ve/veya onların tabularına uyduğu veya uygun olduğu için yapmam. Birilerine zarar vermediğim müddetçe, seçimlerim, sözlerim, yaşantım benim hürriyet alanım içindedir. Bedenim, düşüncelerim, yüreğim, düşlerim üzerinde kendimden başka hâkim tanımam.
Sevgiyi, melekleri çoğaltmaya uğraşıyorum. Ama safça bir beklentiyle değil, şeytanı, kötülüğü, kötüleri ifşa ederek, onlarla mücadele ederek… Kendi kişisel duruşum ve kalemim de en büyük silahım.
Yazarken kendim için yazıyorum. Yüreğime seslenmeyen hiçbir şeyi yazmam, karşılığında ne vaat ederlerse etsinler. Yazarken de kendimin en iyisini yaptığına inanmam lazım. Bana bu doyumu vermesine çalışarak yazarım. Kâh kendimle, kâh kahramanlarımla âdeta satranç oynayarak yazarım. Çok heyecanlanırım. Ağlarım, gülerim, coşarım, hüzünlenirim. Yüzlerce sayfa bu böyledir. Kitabımı kendim için yaşarım. Bana tamam gelmeyen, duygularımı harekete geçirmeyen hiçbir konuyu, karakteri yazmam. Yazarken düşünmem “Şöyle yazayım, bu şimdi çok geçerli, okurum sevebilir, müşterisi hazırdır,” diye. Böylesi hesaplar benim duygusal zekâma uymuyor.
Sadece güzel ve yücelten duygular değil, beni veya iyi, masum birilerini zedeleyen hırpalayan, dibe vurduran olaylar, duyguları anlatmak da benim satırlarımda ya kendi terapim olur ya da sesleri çıkamayan kurbanların sesi olurum. Tarihin kapanmış sayfalarında gömülüp kalmış insanlara yeniden yaşamla beraber kahramanlık veririm bazen. Bunların hepsinde ben biraz kalırım, hepsi de biraz bende kalır.
Yazmak çok zor bir edim ama sizin bunun yanı sıra birçok uğraşınız var hayat sahnesinde. Hepsini de başarıyla gerçekleştiriyorsunuz. Bu geçişler sizi zorlamıyor mu? Yoksa birbirini dinlendiren, demleyen ve besleyen edimler mi bunlar?
Dediğim gibi, yaşamda hep seçtiğim şeyleri aldım hayatıma. Onun için hiçbiri bende yorgunluk, bıkkınlık yaratmaz. Çok erken yaşta çalışmaya başlamak, tahsil, iş ve sosyal hayatı beraber götürmek, ardından eş ve anne olmanın sorumluluklarını bunlara eklemenin getirdiği bir organizasyon ve zamanı en ekonomik ve verimli kullanma öğretisini göz ardı edemem.
Her bir işim de her yeni uğraşım da kendisinden öncekileri besleyecek ve beni bir sonrakine taşıyacak bilgi ve deneyimler getirdi. Yıllarca aktif iş hayatımda resim yapmak ve yazmak beni dinlendiren hobilerimdi. Ardından yoga bunlara katıldı. Fakat Ay Taşı Tanrıçaları kitabımda özellikle hanımlara seslendiğim gibi hobilerimi de ciddiye aldım hep. Sadece beni dinlendirici unsurlar olarak görmedim hobilerimi. Her birini detaylı öğrenmek, daha çok öğrenmek ve uygulamak üzere çalıştım ve her biri de sonradan mesleğim oldular. Yirmi yedi sene kendi atölyemde çocuklara ve yetişkinlere resim, tezhip, minyatür, kalem işi dersleri verdim, onlarca sergi açtım, özel kurumlarda, şahıs mekânlarında dekoratif boyamalar ve restorasyon işleri aldım, altı sene yoga eğitmenliği yaptım, araştırma ve iyi konuşma yeteneğimi televizyonculukta kullandım ve yazarlığımı edebiyat dünyasındaki yolculuğuma taşıdım.
Yazmak ve edebiyat hayatınıza nasıl girdi?
Yazmak benim için yazmaya başladığım andan itibaren önemli bir ifade şekli oldu. Tüm tahsil hayatım boyunca Türkçe, edebiyat, tarih dersleri başta olmak üzere tahtaya kalkıp ders anlatan, sene sonu veda veya mezuniyet konuşmalarını yapan, törenlerde şiirler okuyan bir öğrenciydim. Şiir ve kompozisyon yarışmalarından ödüllerim vardı. Çok küçük yaştan beri hayatı çok derinden gözlemleyerek, not alarak ve her anımı içime çekerek soluk alan bir yapım var.
Tabiatı, insanları, ilişkileri, akan giden bulutları, dalgaları, kaldırım taşlarını… hâsılı her şeyi hep fotoğrafını çekmek üzere izleyerek yaşarım. Bu, zamanın akıcılığı ve tükenişi karşısında bir şekilde kendime zamanı uzatmak telaşı. Gitmesini engelleyemiyorum ama en azından iz bırakarak gitsin arzusu… Bu tatmini resimde yaşamak için çok uğraştım ama içimdeki bu telaşın karşılığını yazmak verdi. Duygularım fırçadan tuvale dökülene kadar kelimelerim çoktan onları çiziyor, renklendiriyor ve anlamlandırıyor bile. Dolayısıyla yazmayı birinci dereceye taşıdım.
Bir konunun sizin kaleminizden yazılması için ne gibi ölçütlere sahip olması gerekiyor? Bir plan dâhilinde mi yazıyorsunuz? Bir yol haritanız oluyor mu?
Yüreğime seslenmesi şart. “Bunu ben çok iyi yazarım”, “Bunu ben anlatmalıyım” demem gerek. Eğer iç sesim bunu demezse, teklif ne olursa olsun ne söz verilirse verilsin benim için bir şey ifade etmez. Yüreğime seslenen; bir hayat hikâyesi de olabilir, bir karakter de bir mekân veya sadece bir olay da. İç sesim öyle, bir anda duyduğum bir istektir, çok düşünerek gelen değil… ve ona güvenirim. O sesi duyduğum anda yazmaya hazırım demektir. Ondan sonra hazırlık safham başlar. Benim araştırma sürecim yazmamdan daha uzun sürer. O süre tamamlandığında, zamanda, mekânda ışınlanmış ve kurguladığım veya hayat verdiğim karakterlerimle buluşmuşumdur. Kaba hatlarıyla hikâyemi, karakterleri ve bağlantılarını duvarda panoma şemalarım. Ama bu sadece benim romanıma “Merhaba! Hoş geldin! Hoş buldum!” girizgâhımdır. Karakterlerimin psikolojilerini elbise gibi giydirdikten sonra yola çıkarım ve birkaç bölüm sonra da zaten kahramanım beni yönlendirmeye başlar. Beraber yazarız romanı diyebilirim.
Yazarken sil baştan yaptığınız ya da karakterlerin sizin düşündüğünüzün tam aksi istikamete yol aldığı olur mu? Kahramanlarınızı kendi hâllerine mi bırakırsınız? Yoksa başta düşündüğünüz mesajı verebilmek için onları yönlendirir misiniz?
Kahramanlarım zaten baştan ya kendi hikâyeleriyle belirlenmiştir ya da bir olay kendi hikâyesi etrafında kahramanını belirlemiştir zihnimde. Nasıl başlayıp nasıl biteceği kalemimin ucundadır. Fakat yazım sürecinde kahramanımla olan yakınlığımın gelişmesine bağlı olarak ya ikinci bölümden itibaren ya biraz daha sonra o da bana kendi ihtiyaçlarını belirtmeye başlar.
Bir romanım hariç, hep plânladığım gibi sonlandı romanlarım. Sadece Sır’ın devamı olan Aurora’nın İncileri kitabımda, kimi okurlarımın kahramanım Hüma’dan aldıkları cesaretle hayatlarında çok büyük radikal değişiklikler yapmaya hazırlandıklarını anladığım zaman, sonucu ilk düşündüğümden farklı bağladım. Çünkü benim cesur kadın örneği vermemin ötesine geçecekti diğer bitiş, belki de sonra altından kalkamayacakları bir değişikliğe yönlendirilmiş olacaktı o kimi okurlarım. Buna hakkım olmadığını düşündüm. Hep de böyle düşünerek yazarım. Yazar olarak benim tarafsız olmam gerek. Ben, iyiyi, kötüyü, güçlüyü, zayıfı, meleği, şeytanı çok iyi anlatmakla ve hikâyelerini çok iyi yazmakla mükellefim ama hangisini sevip seçeceklerine okurum kendisi karar vermeli. Ben okurumun ahlâk veya düşünce bekçisi değilim. Nitekim yazarken iyi kadar kötüyü de yaratan benim. Ben her ikisinin de anasıyım yazarken. Etikleri bana uymayan karakterlerimi bile anlamak zorundayım ki iyi yazayım ama okurum kendisini serbest hissetmeli. Kitabın yazımı bittiğinde benim yolculuğum bitmiş oluyor. Artık o serüven okurlarımın ve onlar seçtikleri karakterlerle seçtikleri yakınlığı kurup o yolculuğu yapmalılar, ben yönlendirdiğim için değil.
Genelde tarihe ya da günümüz gerçeklerine dayanan konular üzerine yazıyorsunuz. Öyle ki insan okurken yaşamayı bırakın sizin de yazarken yaşadığınızı düşünmeden edemiyor. Eminim benim gözyaşı döktüğüm birçok satırda siz de ağladınız, güldünüz. Bu düzeye ulaşabilmek müthiş bir hazırlık dönemi gerektiriyor değil mi? Ne kadar vakit ayırıyorsunuz buna?
Tahmin ettiğiniz gibi bire bir yaşıyorum yazarken. Yüksek sesle gülerim kahramanlarımla, hıçkırıklarla ağlarım, yüksek sesle dualar ederim; iskemlemde, ayağa kalkıp, odamda dolanıp karakterlerimin beden dilleriyle pozlar alıp, duygularını, görüntülerini kendimde izlerim.
Sadece tarihi değil o zamanın, o coğrafyanın yaşam, yeme, içme, giyinme, konuşma kültürünü, toplumsal alışkanlık ve değerlerini, devrin politikasını, siyasetini, artılarını, eksilerini, önemli olaylarını, o toprağın hikâyelerini ve tabii karakterlerime yükleyeceğim psikolojiyi çok araştırıyor, çok çalışıyorum. Hep söylerim; her romanım benim için bir üniversite tezi çalışması gibidir. Öğrenmeye açlığım benim detaylara dalmamı ama konumu dağıtmamaya özenim de o dalışlarda kaybolmadan geri dönmemi sağlıyor. Araştırma, not alma ve ne kadarını nasıl değerlendireceğimi çalışmam, romanımı yazdığım sürenin iki, bazen üç katı zamandır.
Editörünüzle yazım aşamasının başından itibaren mi görüş alışverişinde bulunursunuz? Yoksa hepsi bittikten sonra mı dosyayı editörünüze teslim edersiniz? Yazdıklarınız üzerine gelen eleştirilerde ya da bazı yerlerin revize istemi olduğunda o tatlı ve kibar inatçılığınız mı devreye girer?
Bugüne dek ne yayıncılarımla ne editörlerimle böyle bir çalışmam olmadı. Ben konumu seçer ve “Şimdi şunu yazıyorum. Şu tarihe bitirmiş olurum.” diye haber veririm. Editörüm, kitabım baskıya girmeden önce yazdığımı bir bütün ve bitmiş olarak görür. Yazdıklarımda bugüne dek revize anlamında değiştirilecek bir şey olmadı. Bazen çok yoğun ve özellikle çok duygusal yorgunluk yaşadığım bölümlerde bir isim, tarih hatası yaptığım oluyor ya da bölümler arası oynarken yanlışlıkla silmediğim tekrarlanmış paragraf olabiliyor. Bazen benim kullandığım bir kelime veya deyim editörüm için soru işareti yaratabiliyor, üzerinde fikir alışverişinde bulunuyoruz.
Şu muhakkak ki bir yazar ne kadar dikkatli, özenli yazarsa yazsın, onun yazdıklarının arkasındaki ruhu anlayacak ve ona göre okuyacak ve o arada da incelikleri kaçırmayacak titiz bir editöre muhakkak ihtiyacı var. Benim, editörümle hep taze kalan en hassas konu şapka işaretlerim. Tutkuyla bağlandığım, olmazsa olmazım şapkalar var:) Türk Dil Kurumu bunların çoğunu kaldırmış. Onun için de yeni nesilde, inceltmesi olmayan, kalın “a”lı “lavabo” (lâvabo), “lazım” (lâzım), “layık” (lâyık) “lal” (lâl) gibi kelimeler duyduğum zaman beynim karıncalanıyor. Babanın kız kardeşi “hala” ile süregiden anlamındaki “hâlâ” aynı yazıldığı zaman, yürek anlamındaki “kâlp” ile sahte anlamındaki “kalp” aynı yazıldığı ve telaffuz edildiği zaman isyan ediyorum. Onun için de birçok kelimede sorumluluğu bana ait olmak üzere, TDK’nin tavsiyesi aksine şapkaları koyuyoruz. Ama her romanda bu yenileniyor. 🙂 Senelerdir editörüm olan sevgili Neclâ Feroğlu ile artık bu aramızda eğlenceli bir âşık atışmasına dönüştü. 🙂
1990’larda başlayan edebiyat yolculuğunuzda tarihten çocuk kitabına kadar birçok farklı konu seçtiniz. Başta aile tarihini anlatmakla yola çıkmıştınız. Ama en son kitabınız Ay Taşı Tanrıçaları neredeyse bir kişisel gelişim türü gibi çıktı okurun karşısına. Orada kendi birikimlerinizden yola çıkarak okura çok değerli bilgiler veriyorsunuz. Yolculuğunuzun bundan sonraki durağında ne var?
Kitaplarımın hepsi, zaafları, arzuları, tutkuları, üstün nitelikleri, zavallılıkları ile insanı, savaş, ihtilâl, göç gibi trajedileri ve onların etrafında dönen olayları anlatır. İnsana ait ne dert varsa benim derdim, her mutluluk benim de mutluluğum. Yazdığım hikâye, biyografik roman, kurgu, şiir, çocuk romanı veya deneme de olsa, hep insanı ve insana ait olanı seslendiriyorum.
Ay Taşı Tanrıçaları da her ne kadar kadın- erkek- ergen- yetişkin- olgun yaşta herkese seslense de mihenk taşı “kadın”. Zira kadın, Yaradan’ın dünyadaki sureti…. Can veren, çoğaltan, aktaran, ileriye bağlantıyı kuran yaratık. Ben kendim, bir kız çocuğu, bir kadın, bir sevgili, bir eş, bir anne, anneanne, babaanneyim. “Kadınlık Halleri” ve kadın olmanın ağırlığı üzerine yaşadıklarım, tecrübelerim, düşüncelerim ve “Güçlü Kadın” olmanın yolunda bana bugüne dek okurlarımın sorduğu yüzlerce sorudan ortak paydada topladıklarıma cevaplarımdan oluşuyor bu kitap.
Benim hayata, zorluklara ve çevre baskısına karşı duruşum konusunda, cesur ve müdanasız seçimlerim hakkında kendileri için ipucu isteyen genç kızlara, kadınlara ve onları anlamak isteyen erkeklere kendi yaşamımdan kesitlerle sunduğum bir rehber kitap Ay Taşı Tanrıçaları. Genç kızları, kadınları hayatımıza egemen olmaya başlayan görsel maskeli hayatlardan sıyırıp kendilerine ait, kendilerine sahip, öz güvenli, taklitçilikten ırak, ama örnek olmaya aday hayatların güzelliğinden ve koruyuculuğundan dem vurup kendileri olmaya, güçlerini keşfetmeye davet ediyorum.
Şimdi sırada ne var? Dedim ya; ben yüreğimin sesiyle yaşar ve öyle de yazarım diye. Şimdi de bambaşka bir hayat hikâyesiyle bambaşka bir serüvene yola çıkmaya hazırlanıyorum. Bu bir roman olacak yine. Ruhuma konuşan birinin hayatı…
Bir yazar kitaplarını ayırabilir mi? Örneğin bu benim en sevdiğim kitabım, ustalık eserim ya da en tavsiye edebileceğim kitabım diyebilir mi?
Kitaplarımı ayıramam. Her birini ayrı bir heyecan ve tutkuyla ve her birine sadece ruhumu, yüreğimi değil, uykusuz gecelerimi, bazen gözyaşlarımı, uykudayken rüyalarımı akıttığım romanlar bunlar. Hepsinin kahramanına ayrı bir aşkla can verdim, hepsini ayrı seviyorum. Ancak, ilk romanım Kurt Seyt & Shura beni edebiyat dünyasına taşıyan ve aynı zamanda öyküsünü genlerimde taşıdığım roman olması açısından her zaman baş tacım olmaya devam edecek. Dile kolay. Bu sene basıldığının 30. senesi ve 47. baskısını yaptı (kimi baskısı 5.000, kimi 10.000). Dünyada on dört lisanda basıldı, altmış küsur ülkede dizisi oynadı ve milyonlarca fanı olan bir kahraman Kurt Seyt. Hâlâ yaşamaya ve yol almaya devam ediyor. Önümüzdeki sene Rusya’da Kurt Seyt & Shura adına bir tiyatro oyunu sergilenip bir sergi açılacak. Aynı evde dördüncü neslin okumakta olduğu bir roman. Onunla daha da uzun bir yolculuğumuz olacak gibi görünüyor.
Kurt Seyt ve Shura’nın bir dizi hâline getirilmesi sizin kitapta vermek istediğiniz hikâyeyi, mesajı okurun gözünde etkiledi mi sizce? Bir roman okurun beyninde mi canlanmalı acaba? Görsellik okurun hayalindeki hikâyeyi ne yönde etkiler?
Bir romanın ekrana aktarılması hem yazar hem de okur açısından hassas bir konu. Sadık dizi izleyicisi ekranda gördüğünü esas hikâye olarak kabul ederken, sadık okur da ekranda sayfaları çevirir gibi görmek istiyor hikâyeyi. Ancak şöyle bir gerçek var ki roman bir edebî eserdir, televizyon ise görsel bir şölen. Bir edebî eseri, ekranın gereği olan sürekli bir görsel zenginliğe dönüştürürken aslına bire bir bağlı kalmak gerek fiziki gerek zamansal gerekse finansal sebeplerle mümkün değil. Ekrandaki hikâye ancak romandan bir uyarlama olabilir. Bu uyarlama, hikâyenin ve karakterlerin özüne ne kadar bağlı kalınarak yapılabiliyorsa bu, yazar için o kadar önemli tabii. Benim de senaryo çalışmalarım olduğu için Kurt Seyt ve Shura ekrana uyarlanırken bazı bölümlerin romanımdan farklı dilde anlatılmasını anlayabildim.
Diğer taraftan roman yazmak yazarın tek başına gerçekleştirdiği bir serüven. Hâlbuki film veya dizi, yapımcının ticari ve prestij beklentisi, senaristin düş ve planlama gücü, yönetmenin kendi becerisine imzayla göstermek istediği, oyuncunun yorumladığı, onların dışında sanatsal, görsel ekibin maharetlerini sergilediği, bir bestecinin müziğiyle eşlik ettiği, hâsılı kalabalık bir kadronun hikâyeyi kendilerinin anladığı, yorumladığı ve göstermek istediği haliyle bir arada kotardığı bir kolektif sanat eseri. Yani hikâye artık yazarın yalnızlığından, kendi başınalığından çıkıyor ve ancak bütün bu ekibin bir arada sunacağı bir hayal dünyasına dönüşüyor.
Okur okurken hayal kuruyor, izleyici seyrederken. Okurun hayali daha zengin ve kişisel. İzleyicininki sunulan üzerinden sınırlı. Çok farklı iki dünya, iki farklı sunum ve iki farklı algılama kültürü. Hiç kıyaslamamak lazım.
Kurt Seyt ve Shura dizisi için şunu hep söyledim, yine tekrarlayacağım. Ay Yapım, romanımdan yapılabilecek en güzel diziyi gerçekleştirdi. Süratle ve ikinci kitabı aceleyle içine katarak bitirmesi ise reytinglerin getirdiği bir talihsizlik oldu. Yine aynı ciddiyetle ve özveriyle bir başka romanımı uyarlamak isteyen olursa, yine düşünebilirim.
Okur yazardan bir şey bekler. Soruyu tersine çevirerek sorayım; bir yazar olarak siz okurunuzdan ne beklersiniz? Sizinle başlayan yolculuklarının menzili ne olmalı?
Ben okurumdan bir şey bekleyerek yazmıyorum. Böyle bir beklenti olamaz zaten, olmamalı da. Okur para vermiş, kitabımı almış, zaman ayırmış, okumuş. Zaten okur olarak elinden geleni yapmış. Üstelik beni ve kahramanlarımı yüreğine almış, âdeta kucaklamış. Romanımdaki acıları, aşkları, içselleştirmiş, sahiplenmiş. Daha ne isteyebilirim ki? Hele hele imza günlerinde okurumla sarıldığımız zaman gözlerindeki yaşı görmek beni çok duygulandırıyor. Kahramanlarımın hikâyelerini benim şahsıma mâl ederek okuyorlar ve onların tüm acılarını, hasretlerini sanki bendelermiş gibi sahiplenip bana teselliyle sarılıyorlar. Bu okurdan beklemekle, talep etmekle gelecek bir sevgi şekli değil. Bambaşka bir şey. İçinde sahiplenme var, şefkat var, koruma isteği var ama gücüne, öz güvenine duyduğu saygı da var. Dolayısıyla en özellerini bile bana açıp, fikir de soruyorlar. Özelden yazıp kimseye anlatamadıkları dertlerini paylaşıyorlar. Bu sevgi ve güven selinden daha güzel ne olabilir ki? Üstelik ben istemeden, sormadan verilen bir zenginlik. Okurlarımla aramızdaki bu çok özel ilişkiyi ve beni kalplerine alıp kendi dünyalarını açtıkları için de okurlarımı çok seviyorum.
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki birçok “yazan”ın hayatında okumak yazmak kadar yer almıyor. Hâlbuki zamanın ve toplumun süzgecinden geçen yazarların en önem verdikleri eylemin okumak olduğunu biliyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Okumayan yazabilir mi?
İstediğiniz kadar birikiminiz, tecrübeniz olsun. İstediğiniz kadar duygu taşıyın. Şayet iyi bir okur değilseniz iyi bir yazar olmanız mümkün değil. Her iyi okur iyi yazar olamaz ama her yazarın iyi bir okur olması şart.
Siz neler okuyorsunuz? Okuyacaklarınızı neye göre seçersiniz?
Belli bir yazar takip ederek kitap seçmem. Konuya göre sahiplenirim okuyacağım kitabı. Klasikleri her yaş dönemimde tekrar okurum, o yaşımın olgunluğuyla yeniden anlamak için. Homer’in İlyada ve Odysseia’sı, Marcus Aurelius’un Meditasyonlar’ı hâlâ baş ucu kitaplarım.
Büyük bir zamanım; yazacak olduğum konuda bilgimi destekleyecek, pekiştirecek kitapları, arşiv makalelerini, anıları okumakla geçer. Ancak iki kitap arasında birkaç ay için sadece farklı konuları okuma amaçlı derin bir soluk alırım ve onlarca kitabı arka arkaya büyük bir açlıkla okurum. Tarih, arkeoloji, psikoloji konulu romanlar, “akıllı gerilim” dediğim, kanı az, zekâsı yüksek gerilim kitapları favorilerim. Ama o öğrenme merakım yok mu, bunları okurken de rahat vermez. Her kitap için bir minik deftere notlar alarak okurum.
Bana ülkemin sahip olduğu ve dünyanın tanıdığı, edebiyatın gerçekten en güçlü kalemlerinden biri ile söyleşi imkânı verdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Teveccühünüz… Ben, beni okurlarla buluşturduğunuz bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.
Diğer yazar röportajlarını okumak için tıklayın.