Bookinton

Röportaj Konuğumuz Yazar Hakan TUNÇ


Pandemi döneminin sıkıcı günlerinde kendine paralel bir evren yaratmak için yazmaya başlayan ve ilk seferinde de heyecanlı bir o kadar da romantik bir roman yaratan Hakan Tunç ile yakın tarihimizden izlerle dolu  kitabı Yine de… ve yazma serüveni ile üzerine  söyleştik.

Zeynep Ceren Burak

Krizi fırsata çevirmek diye bir tabir vardır. Pandemi günleri, çoğu insan için korkunç günler olsa da ben iyi tarafından bakma taraftarıyım. Hakan Tunç’un ilk romanı Yine de…  de bu günlerin ürünü. Yaptığımız söyleşide kendisini yazmaya iten etkenlerden birinin hayatın ve ilişkilerin belirsizliklerle dolu olması olduğunu ifade etti. Kitabın içine girince ve bir yerden sonra kaptırınca, yazmak için en iyi zamanın bir sonraki günün öngörülemediği ve ortalıkta kimsenin olmadığı günler olduğuna ikna oldum.  İki yönlü bir kitap Yine de… Aksiyon dolu, gürültülü bir hikayenin yanında sessiz ve romantik bir akış var. Kitap hem güzel hem rahatsız edici. Çoğu zaman kişisel ama aynı zamanda politik. Referanslarla dolu, heyecan dozu düşmeyen ve yakın geçmişimizle yüzleşmekten çekinmeyen bir roman ararsanız, Yine de… yaz günleri için çok iyi bir seçim

Hakan Bey, öncelikle ilk kitabınız Yine de…’nin okuru bol olsun. Bize biraz kendinizden ve yazma serüveninizin nasıl başladığından söz eder misiniz? Yazdıklarınızla hayatınız ne ölçüde örtüşüyor? Hemingway gibi yaşadığını yazan yazarlardan mısınız?

Yazma serüvenim pandemi yüzünden başladı diyebilirim. Pandeminin karanlığında, Netflix izlemek yerine, kendime başka bir dünya yaratmak istedim. Biraz da kendi kendime eğlenmek. Çoğu yazar gibi benim de gündelik hayatım sıkıcı. Yaşadığı maceraları yazan yazarlar istisnadır. Hemingway bir istisnadır. Yani romandaki karakterler ve olayların benim hayatımla hemen hiçbir ilgisi yok, hepsi hayalimin ürünü.  Sadece bazı zevklerimi romanda Murat karakterine yansıttım. Mesela bir klasik müzik dinleyicisi olarak bir Bach hayranıyım. Murat da öyle. Sihirbazlık ile ilgiliyim, hatta kendimce sihirbazlık numaraları yapıyorum. Murat da öyle.

En çok etkilendiğiniz başucunuzdan ayırmadığınız kitaplar ve yazarlar hangileri?

Benim yazarlarım diyebileceğim isimler genelde Anglosakson dünyadan.  Kısmen de Latin Amerika, Fransa ve Türkiye etkisi var üstümde. Sevdiğim yazarların listesi epey uzun, sadece birkaç örnek verebilirim. İngilitere’den John Fowles, Anthony Burgess, Julian Barnes, Amerika’dan Philip Roth, David Foster Wallace, Ann Patchett, Salman Rushdie, Junot Diaz, Kanada’dan Mordechai Richler, Miriam Toews, Alice Munroe, Latin Amerika’dan Vargas Llosa, Fuentes ve tabii Marquez. Beğendiğim Türk yazarlarının başında Ayfer Tunç (bir akrabalık yok), Kemal Varol, Hakan Günday geliyor. Sevdiğim kitapların listesi yine uzun ama “Son beş yılda okuduğun en iyi beş roman say,” derseniz, şunları sayarım: Jonathan Safran Foer, Everything is Illuminated, Amor Towles, A Gentleman in Moscow, Marton James, A Brief History of Seven Killings, Viet Thanh Nguyen, The Sympathizer, Fernando Aramburu, Homeland.

Kitabınızın arkasındaki ilham kaynakları, sizi bu hikâyeyi anlatmaya iten nedenler nedir?

Birkaç sebep var. Birincisi kadın-erkek ilişkilerindeki romantizm benim hep ilgimi çekmiştir. Özellikle de bir erkeğin bir kadını baştan çıkarmaya çalışması ama bunu centilmence, zekice ve romantik şekilde yapması. Tıpkı romandaki Murat gibi. Türkiye’de ve dünyada birçok erkeğin kadınlara kaba, yaratıcı olmadan veya sadece seks için yaklaştığını düşünüyorum. İkinci konu 15 Temmuz kalkışması. 15 Temmuz trajik olduğu kadar, çetrefilli ve ilginç bir olay ve ben bunu romanda Fethullah Gülen’in yakınında duran, Nazmi adlı karakter çerçevesinde işlemek istedim. Üçüncüsü, hayattaki belirsizlik benim için önemli bir konu. Bir sürü sıkıntı ve problemimizin altında gelecek belirsizliğinin yattığına inanıyorum.

Ölüm ve vergi dışında hayatta tamı tamına kesin bir şey yok. Romanın başlığı da hayattaki belirsizliği ima etsin diye Yine de…

Kitabınızın ana konusu bir erkeğin bir kadını baştan çıkarma hikâyesi olsa da arka fonda 15 Temmuz, Cemaat, bozulmuş ve bozulmamış İslam anlayışları gibi konulara cesurca ve epey yüksek sesle yer vermişsiniz. Benim bildiğim kadarıyla 15 Temmuz kalkışmasından bugüne kadar bu konuda bir roman da yazılmadı. Bunları anlatmak, yüzleşmek çok önemli geliyor bana. Özellikle bu konuları seçmenizin belirli bir nedeni var mı?

Dediklerinize katılıyorum. 15 Temmuz’un Türkiye’nin tarihî akışını değiştirdiğine inanıyorum ama böylesine önemli bir konu şu ana kadar Türk romanında yer almadı. Ayrıca bugünkü İslam’ı anlamamız açısından İslam’ın doğuşu, İslam anlayışı ve felsefesinin hangi tarihî evrelerden geçtiği benim için önemli konular. İslam’ın ilk iki-üç yüzyılı bana çok ilginç geliyor çünkü bugünkü anaakım İslam’dan çok daha farklı bir İslam görüyoruz o devirde. Mesela Abbasilerde Me’mûn dönemindeki devletin yorumladığı İslam, Aristoteles’in akılcı felsefesinden çok etkilenmiş ve daha sonraki İslam anlayışından farklı bir İslam. O devirde Kur’an’ın ebediyen var olduğunu iddia edenler cezalandırılıyor ve devlette çalışmak için Kur’an’ın daha sonradan yaratılmış olduğuna dair yemin etme şartı var. Daha sonraları Yunan felsefesinin etkisi İslam’da zamanla yok oluyor. Bana bu “arınma” ilginç geldiğinden romanda alt-tema olarak işlemek istedim.

Özellikle tarihimizle yüzleşememek, her yönüyle ele alamamak gibi bir çıkmazımız olduğuna katılır mısınız? Tarih birilerinin ayağına basmadan anlatılabilir mi, tarih anlatımı sizin için ne ifade ediyor?

Katılıyorum. Tarihi ile yüzleşmeyen toplumlar, kendine güveni olmayan toplumlardır. Tarihi ile yüzleşmek toplumları kısa vadede rahatsız eder ama uzun vadede rahatlatır, daha hoşgörülü ve vicdan sahibi yapar. Her toplum ve ülkenin tarihte yanlışları, (katliamlar, insan hakları ihlalleri vs) olmuştur. Bunu kabul edersiniz, dersler çıkarırsınız, sonra hayatınıza devam edersiniz. Mesela Almanların Yahudilere yapılan soykırım ile yüzleşmesi bunun bir örneği. Sonuçta tarihi ile yüzleşmek tarihten ders çıkarmak için değildir sadece. Bir rahatlama, kendine güven kazanma meselesidir. Yanlışını kabul etmek, bir insan olduğu kadar bir toplum için de en yüce şeylerden biridir. Bu arada şunu da belirtmek isterim: Mark Twain’in dediği gibi, “Tarih tekerrür etmez, kafiye yapar.” Yani tarih bugüne tam olarak ışık tutmaz ama tarihten alınacak dersler vardır.

Din ve edebiyat sizin için nasıl bir araya geliyor?

Bunun farklı bakış açıları ve yöntemleri var bir yazar için. Dindarlığın (veya dine uzak durmanın) romanda bir karakterin eylemlerini nasıl etkilediğini veya dindar-seküler çatışmasını işlemek için bir araya gelebilir. Bunu en iyi yapan yazarlar arasında Müslümanlar özelinde Necip Mahfuz ve Khaled Hosseini  Katolikler özelinde Graham Green , ve Yahudiler özelinde Amos Oz  sayılabilir.

Kitapta ayrıca bolca heyecan, macera ve casusluk var. Casusluk kitaplarını sever misiniz, özellikle okuduğunuz bir yazar var mı?

Evet, ciddi bir casusluk romanı okuyucusuyum ve bu benim romanda kendini belli ediyor. Özellikle okuduğum yazarlar arasında bu işin üstadı John Le Carre (ki Smiley’s People bir başyapıt bence), Robert Littell (özellkle The Company), Alan Furst, Dan Festerman, Stella Rimington, Charles McCarry yer alıyor. Tabii bir de Ian Fleming ve onun James Bond romanları. Türkiye’de casusluk romanı yazan yok bildiğim kadarıyla. Bence bu bir eksiklik.

Kitaptaki kadın yazar Elif’in gerçek hayatta bir karşılığı var mı, kimi düşünerek yazdınız?

“Londra’da yaşayan ünlü Türk-İngiliz kadın yazar Elif” diye romanda geçen karakterin soyadını ille de eklemeye gerek var mı? Romanım bir anlamda Elif Şafak’a bir “tribute” yani bir takdir/hürmet. Romanımda da Şafak’ın romanlarına epeyce bir gönderme var. Mesela “bir kadının gönlünü çalma kuralları”nı onun Aşk romanındaki aşkın kurallarına gönderme olarak yazdım .

Yeni bir kitap üzerinde çalışmaya başladınız mı, belki biraz bize konusu hakkında tüyo verirsiniz?

Yeni bir roman yazıyorum ama daha başında olduğum için izninizle romanın konusu hakkında konuşmayayım. Romanı yarılamadan onun hakkında konuşmama prensibim var. 

Uzun yıllardır yurt dışında yaşıyorsunuz. Bu Türkiye’ye bakışınızı olumlu ya da olumsuz yönde etkiledi mi? Örneğin “Artık Türkiye’de olup bitenleri daha nesnel değerlendiriyorum,” diyebiliyor musunuz? Tabii bunun romana etkisini de merak ediyorum. Yurt dışından Türkiye’ye bakarak Türkiye hakkında bir roman yazmak sizi anlatıda olumlu ya da olumsuz yönde etkiledi mi?”

“Kanada’da yaşamak Türkiye’ye karşı nesnel analizmi geliştirdi,” demek biraz iddialı olur. Açıkçası bilemiyorum. Tek bildiğim yurtdışında yaşıyor olmama rağmen Türkiye ile ilgilenmeyi hiç bırakmadığım. Topraktan kopmak kolay değil. Hatta Türk edebiyatı gibi bazı konulara ortalama Türk insanından daha ilgili olduğumu bile söyleyebilirim.

Yurtdışında yaşamam bu romanı yazmamı sanırım iki anlamda olumlu etkiledi. Birincisi, bunca yıl daha çok İngilizce ile haşır neşir olmama rağmen, Türkçeye hâlâ hâkim olduğumu kendime kanıtlamak istedim. İkincisi, yaşadığım şehir olan Ottawa’nın düzenli ve temiz ama genelde sıkıcı ve renksiz oluşu. Pandemi ile birleşince Ottawa’nın bu sıkıcılığı muhayyilemi kışkırttı sanıyorum ve sonuçta beni zihnimde farklı bir dünya yaratmaya yöneltti.

Hakan Tunç kimdir?

Hakan Tunç, 1964 yılında İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi’ni bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olan yazar, İngiltere’de Exeter Üniversitesi’nde Ortadoğu ülkeleri üzerine yüksek lisans yaptı.  Amerika’da da Pennsylvania Üniversitesi’nden doktora derecesini aldıktan sonra Toronto Üniversitesi başta olmak üzere uzun yıllar Kanada’daki değişik üniversitelerde siyaset ve uluslararası ilişkileri dersleri verdi. Sumru Yayınevi’nden çıkan Yine de…  Hakan Tunç’un ilk kitabı. 

Yine de… kitap incelemesi için tıklayın.

Bir Yorum Bırakın

Epostanız gözükmeyecek.