Bookinton

Hayatı boyunca yayımlanan tüm romanlarını anonim olarak imzalayan Jane Austen’ın bu romanların yazarı olduğu ancak ölümünden sonra anlaşıldı. Günümüzde kitapları milyonlarca satılıyor. “Janeites” isimli hayran grubu, balolar, okumalar, geziler vb. etkinlikler aracılığıyla Austen’ın eserlerini ve yaşadığı dönemin ruhunu anmak için bir araya geliyor.

Selvi Danacı

Jane Austen günümüzde Shakespeare’den sonra en bilinen ve eserleri sinemaya en çok uyarlanan yazar. Gerçekten de edebiyat tarihinin ilk büyük kadın romancısı ve en bilinen isimlerinden biri olmasına rağmen ne gariptir ki Austen’ın hayatıyla ilgili bildiklerimiz bir hayli kısıtlı.

1775 yılında İngiltere’nin küçük bir kasabası olan Steventon’da doğan Austen, kısa süreli istisnalar dışında yaşamının büyük bölümünü İngiltere’nin kırsal bölgelerinde geçirdi. Kalabalık bir ailenin iki kızından biri olan yazar hem içinde bulunduğu aileyi hem de yöreyi genç yaşta kaleme almaya başladığı romanlarına konu etti. Babasının ölümünden sonra annesi ve kız kardeşiyle maddi sıkıntılar yaşadı. Yazdığı eserleri ancak erkek kardeşi yardımıyla Chawton kasabasında küçük bir kır evine taşındıktan sonra -maddi ihtiyaçların da etkisiyle- yayımlatabildi. Kısa süren edebiyat kariyerine çok sayıda roman ve hikâye sığdıran yazar, kimilerinin Addison hastalığı, kimilerinin kanser, kimilerinin ise arsenik zehirlenmesi tanısı koyduğu rahatsızlığı sebebiyle 1817 yılında hayata gözlerini yumdu. Mezarı Winchester Katedrali’nde bulunmakta olan Austen, özellikle Victoria Dönemi’nde büyük bir üne kavuşarak dünya edebiyatının en meşhur yazarlarından biri hâline geldi.

“Hali vakti yerinde her bekar erkeğin bir eşe ihtiyaç duyduğu” bir dünya…

Austen bir mektubunda kendisini “anadilinden başka bir dil bilmeyen, bu dilde de çok az eser okumuş,” “klasik eğitimden yoksun kalmış,” olsa olsa “yazma cüretini göstermiş dünyanın en cahil, en bilgisiz kadını” (Letters of Jane Austen Vol.2, s. 349) olarak tanımlar. Oysa bu mütevazı yaklaşımının aksine “cüretkâr” biçimde adım attığı edebiyat dünyasında kendini kanıtlayabilmek için her kadın yazarın yaptığı gibi sahip olduğu tek şeye, yani kendi yaşantısına ve gözlemlerine başvurur.

Hatta Austen bu “bildiklerini yazma” görüşüne öyle bağlıdır ki İngiltere’nin kırsal kesimlerinde yaşayan orta ve üst-orta sınıfın sıradan hayatı dışında eserlerinin merkezinde neredeyse başka hiçbir toplumsal sınıfı yahut yaşayışı incelemez.

Austen’ın bir parçası olduğu bu toplumun en temel kurumu olan evlilik, kadınlar için maddi güvencenin ve sosyal statünün, erkekler için de itibarın en önemli kriterler olduğu bir birliktelikti. Bu kriterlerin Austen karakterlerinin eylemlerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini belirleyen temel unsurlar olduğunu da söyleyebiliriz.

Austen’ın romanları her ne kadar ana karakterler arasındaki romantik ilişkiler üzerinden ilerlese de evlilik kurumu bu ilişkilerin üstündeki nihai kontrol mekanizması olarak karşımıza çıkar. Bir ailenin mal varlığı, yani söz konusu mirası erkek evlatlar üzerinden aktarıldığından o ailenin kız evlatları için evlilik bir anlamda hayatlarını güvence altına almanın tek yoludur. (Tabii kadınların itibarı kadar erkeklerin senelik kaç bin sterlin gelirinin olduğu da son derece önemli.) Bu noktada Austen romanlarının asıl konusu olarak işlenen ve evlilik kurumu çerçevesinde şekillenen aşk temasına biraz daha yakından bakmalıyız.

Austen’ın romanlarında aşktan bahsederken aslında neyden bahsederiz?

Her ne kadar sinema uyarlamalarının yarattığı genel algı sebebiyle Austen’ın romanlarında sunulan aşk tutkulu bir doğaya sahipmiş gibi görünse de -ki bunun en büyük sorumlularından biri BBC’nin 1995 yılındaki Gurur ve Önyargıuyarlamasıdır- durum pek de düşündüğümüz gibi değil. 

Gençlik yıllarında Tom Lefroy isimli İrlandalı bir genç adamla romantik bir ilişki yaşaması, 1802’de Harris Bigg-Wither tarafından aldığı bir evlilik teklifini önce kabul edip ertesi sabah reddetmesi ve ana karakterlerinin aksine hayatı boyunca da evlenmemiş olması dışında aşk hayatı hakkında pek bilgi sahibi olmadığımız Austen, eserlerinde aşk temasını her daim toplumun teşvik ettiği sağduyu ve ölçülülük sınırları içinde işler.

Austen, önce mektup formatında yazıp daha sonra hoşnut kalmadığı için en baştan kaleme aldığı Akıl ve Tutku’da sağduyunun (sense) “her iyi şeyin üzerine inşa edilebileceği temel” olduğunu söyler. Bu fikri romanın büyük bölümünde kulak arkası eden Marianne, Willoughby’ye karşı beslediği duyguların aşırılığının cezasını kalp kırıklığı olarak çekerken Elinor ihtiyatlı yaklaşımının sonucunda Edward’la yaptığı evlilikle ödüllendirilir. 

Austen romanlarında ön plandaki erkek kahramanlar Emily Brontë’nin kahramanı Heathcliff’e (Wuthering Heights) ya da Charlotte Brontë’nin kahramanı Rochester’a (Jane Eyre) benzemez, içlerinde tutku ve öfke gibi hisler barındırmazlar. Austen’ın Emma’sına yol gösteren George Knightley de Catherine Morland’i saplandığı hayal dünyasından çekip çıkaran Henry Tilney de toplumun izin verdiği ölçüde duygularını belli eden, her şeyden önce nezaket ve ölçülülüğe öncelik veren erkek kahramanlar olarak karşımıza çıkar. 

Uzun lafın kısası, Austen’ın romanlarında görgü ve edepten yoksun bir romantik ilişkinin sonu asla iyi bitmez, sağduyu ve dekorum ise her zaman için ödüllendirilir. Dekorum sözcüğünü özellikle kullanıyorum çünkü Austen’ın ölçülülük ve mantık vurgusu yalnızca karakterleri için geçerli kriterler değil, aynı zamanda onun edebiyat anlayışını da yansıtan kavramlardır.

jane austen

Romantizm Çağı’nda Ölçülü Bir Yazar

Wordsworth, Coleridge ve Byron gibi yazarların çağdaşı olmasına rağmen Romantik akım yerine Alexander Pope ve Samuel Johnson’ın izinden giderek klasik akımı benimseyen Austen’ı bu özelliğinden dolayı Mina Urgan İngiliz Edebiyat Tarihi eserinde onu bir on dokuzuncu yüzyıl başlangıcı romancısı değil, on sekizinci yüzyıl sonu romancısı olarak nitelendirir. (s. 271)

Austen’ın benimsediği on sekizinci yüzyıl Neoklasik anlayış, edebî anlatımda ılımlılık, disiplin, netlik ve dengeyi ön planda tutan, hiciv ve nükteyi söz konusu standartlara ulaşmanın en kullanışlı yolu olarak gören bir akımdır. Bu görüşü benimseyen Austen’ın takındığı alaycı tutum da eserlerinde her türlü aşırılığı eleştirmek için bir araca dönüşür. 

Gotik Edebiyata Karşı Alaycı Bir Eleştiri

Tiye alınan bu aşırılıklar kimi zaman Darcy’nin gururu, Elizabeth’in ön yargısı -ki bu özellikleri iki karakterde de eşit oranda görebiliyoruz-, Marianne’in tutkusu ve Emma’nın kibri üzerinden insani duygular çerçevesinde irdelenirken, kimi zaman da Northanger Manastırı’nda gördüğümüz gibi dönem toplumunun ölçüsüzlüğü üzerinden de ele alınır. Ann Radcliffe’in The Mysteries of Udolpho eserinin ve benzeri kurmacaların bir parodisi olarak yazılan bu romanın kahramanı masum Catherine Morland’dir. Catherine’in içinde bulunduğu toplumun gerçekliğinden kopup kendini hayaletler ve acımasız katillerle dolu gotik bir fantezinin içinde hayal etmesi aslında tam olarak dönemin Romantik edebiyatına alaycı bir göndermedir. Austen saf kahramanını romanın sonunda aklı başında Henry Tilney aracılığıyla gerçek dünyaya döndürerek Romantik edebiyatın meyvesi Gotik alt türünü ve o dönem bu türe kendini kaptıran toplumu eleştirir:

“Büyünün yaratıldığını, fesatın o Bath’ı terk etmeden uzun zaman önce yerleştirildiğini ve bütün bunların izinin orada gömüldüğü okumaların etkisine kadar sürülebileceğini gördü. Mrs. Radcliffe’in eserleri ve hatta bütün taklitçilerinin eserleri de ne kadar etkileyici olursa olsun belki de insan tabiatında, en azından İngiltere’nin orta bölgelerinde aranmamalıydı.” (Northanger Manastırı, s. 222)

Catherine’in yaşadığı bu ani aydınlanma aracılığıyla yazar dönemin okurlarını gerçekliğe çekmeyi, onlara toplumsal düzenin ve edebiyatın bu gerçeklikten beslenmesi gerektiğini hatırlatmayı amaçlar. Tabii Austen’ın eserlerinde benimsediği eleştirel tavrın sadece edebiyatını değil, yazarın genel olarak hayata bakışını şekillendirdiğini söylemek de yanlış olmaz. 

Kişisel Mektuplarında Jane Austen

Geniş kitlelerce pek bilinmese de 1932’de yayımlanan mektuplarından yazarın kendi hayatında da bir hayli alaycı ve yargılayıcı bir tutuma sahip olduğunu öğreniyoruz. Ablası Cassandra kardeşinin özel hayatının deşifre edilmemesi için ölümünden sonra kimi mektupları yok ettiği için yayımlanan mektuplarda Austen’ın özel hayatına dair detaylara pek rastlayamıyoruz. Bunun yerine romanlarında olduğu gibi çevresindeki dünyayı büyük bir dikkatle gözlemlediğini ve bu dünyaya dair dedikodulara oldukça düşkün olduğunu görüyoruz. Mektupları, gayrimeşru çocuklardan çift kavgalarına, gözden düşen soylulardan kimin önceki gece sarhoş olup taşkınlık çıkardığına dair haberlerle dolu. Bu haberlere genellikle Austen’ın duyarsız sayılabilecek mizah anlayışı da eşlik ediyor. 

Örneğin ablası Cassandra’ya yazdığı bir mektupta doğum yaparken çocuğunu kaybeden bir kadın için Austen “herhalde farkına varmadan gözü kocasına ilişti” (Letters of Jane Austen, Vol.I, s. 159) şeklinde oldukça küçük düşürücü bir yorumda bulunabiliyor. E.M. Forster bu mektubu örnek gösterip Austen’ın espri anlayışı için, Jan Fergus’un “‘The Whinnying of Harpies?’: Humor in Jane Austen’s Letters” isimli makalesinde ifade ettiği gibi, “ifritlerin kişneyişi” benzetmesi yaparak hayranlık beslediği yazarın kişiliğini eleştirmekten geri durmuyor. 

Elbette Austen’ın bu özelliği yazarla ilgili ilginç bir bilgi olmakla kaldı, çağdaşları ve sonraki yüzyıllarda edebiyatçılar tarafından roman türünün gelişimini etkileyen en önemli isimlerden biri olarak övgüyle bahsedilmesinin önüne geçmedi.

Modern Romanın Cüretkâr Öncüsü

Austen’ın kendine ait bir çalışma odası yoktu. Bu yüzden romanlarını ebeveynleri ve kardeşleriyle paylaştığı oturma odasında, babasının kendisine hediye ettiği portatif yazı masasında kaleme alırken bir kulağı hep gıcırdayan menteşelerde olurdu. Bu gıcırtı sayesinde birinin yaklaştığını anlayabiliyor, yazdıklarını apar topar ortadan kaldırabiliyordu. Bu durum kulağa oldukça kısıtlayıcı ve rahatsız edici gelse de Austen’ın edebiyatını şekillendiren şey tam da bu atmosferdi. 

Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’da dediği gibi, “Bir kadının on dokuzuncu yüzyılda aldığı bütün edebi eğitim, karakterlerin gözlemlenmesi, duyguların tahlil edilmesine dayanıyordu. Duyarlılığı yüzyıllardır ortak salonun etkisi altında gelişmişti. İnsanların hislerinden etkilenirdi; kişisel ilişkiler gözlerinin önünde yaşanırdı.” (Çev. Sevda Duman, s. 85) Austen eserlerini işte bu gözlem yeteneğiyle donattı ve ortaya çıkan sonuç edebiyat tarihinin en önemli kırılma noktalarından biri oldu. 

Eserlerinde benimsediği toplumcu gerçekçi yaklaşımla uzak ülkelerde başına olağanüstü olaylar gelen eksantrik karakterlerin serüvenlerini değil, gerçek insanların gerçek yaşamlarını sade bir dille anlatmayı seçmiştir Austen. Kendisini eleştiren Charlotte Brontë ve Mark Twain gibi isimlerin aksine ilerleyen dönemlerde Charles Darwin dâhil, birçok önemli isim tarafından da yüceltildi. Gerçek dünyaya olan bu bağlılığı, eserleri üzerine kendisi yaşarken yazılan az sayıdaki incelemelerden birini kaleme almış olan Sir Walter Scott tarafından da takdir edildi. Scott, dönemin orta sınıf yaşamını bütün sıradanlığıyla aktardığı, bunu yaparken de anlatımına hayranlık uyandıran bir ruh ve yaratıcılık kattığı için Aşk ve TutkuGurur ve Önyargı ve Emma romanlarının isimsiz yazarından övgüyle bahsetti ve Marilyn Butler’ın da belirttiği gibi bu eserleri yeni roman türünün en üstün nitelikli örnekleri arasında değerlendirdi (Oxford Dictionary of National Biography). Gerçekten de roman türünde ilk kez Austen’ın eserlerinde orta sınıf kadınların ev içindeki yaşamına tanıklık ederiz ve ilk kez onun eserlerinde karakterler arasında süslenmemiş, doğal, gerçekçi diyaloglara şahit oluruz. Böylece hicvin ve nüktenin merkezde olduğu töre komedyasını İngiltere’nin kırsal bölgelerinde sade hayatlar sürdüren orta sınıfa özgü bir şekilde romana uyarlayarak modern romanın temelini oluşturur Jane Austen. 

İşte tam da bu yüzden Jane Austen’dan edebiyat tarihinin ilk büyük kadın romancısı olarak bahsederiz.

Diğer yazar dosyalarını okumak için tıklayın.

Bir Yorum Bırakın

Epostanız gözükmeyecek.