Efsane olmuş isimlerin portre yaşam öykülerini hazırlayarak toplumu yansıtan ve hepimizde derin izler bırakan kişileri âdeta ölümsüzleştiren Zeynep Miraç ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. 

Gonca Gül Kurtulmuş

Önce Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık eserini dilimize kazandıran Seçkin Selvi’nin hayatını anlattığı Seçkin eseriyle, ardından geçtiğimiz günlerde yayımlanır yayımlanmaz büyük ilgi gören Metin AkpınarSahneye Adanmış Bir Hayat eseriyle edebiyat dünyasında ses getiren Zeynep Miraç ile sanat, edebiyat ve yazın üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. 

Nehir söyleşi veya röportaj yapmak yerine portre yaratmayı tercih ettiğinizi görüyoruz. Üstüne üstlük Metin Akpınar ile Muhabbet adlı gösteride sahnede, izleyiciyle karşılıklı iletişim hâlindesiniz. Böylesine bir etkileşim içine girmeyi tercih etmenizin sebebi nedir? 

Bu yol biraz kendiliğinden gelişti. Hem o hayatı, yaşadığı çağın fonu altında anlatmak istedim hem de hayatını yazdığım kişinin sesini kaybetmemek… İnanıyorum ki bir hayatı anlatırken yaşadığı toprakları, içinde bulunduğu toplumu, o toplumun dinamiklerini aktarmazsanız değerlendirmeler eksik kalır. Sorular soruyorum, cevap alıyorum. Müthiş hikâyeler dinliyor ve onları kâğıda aktarıyorum. Bunun yanında o hikâyelerin arka planını da aktarınca benim açımdan daha doyurucu oluyor.

Metin Akpınar ve Haldun Dormen’in yaşam öykülerini anlatan belgesellerin senaryo yazarısınız. Yakın zamanda bu isimlere Yıldız Kenter de eklenecek. Bir portre yaratmak ile bu senaryoları karşılaştırırsanız, iki tür arasında bir insanı yansıtmak açısından nasıl farklar olduğunu düşünüyorsunuz?

Portre yazarken benim yorumum daha görünür oluyor, doğrudan aktarabiliyorum. Belgesellerde ise soru sorup aldığım cevapların bir araya gelmesiyle çıkıyor o yorum. Ben değil, başkaları anlatıyor Metin Akpınar, Haldun Dormen ve Yıldız Kenter’i. Benim işim anlatılanları bir bütünün parçası kılmak… Bir portre yazısında benim okuduğum, gördüğüm, bildiğim ne varsa malzeme o. Oysa belgeselin omurgasını, bilmediğim ayrıntılar, hiç duyulmamış anılar ve yakından tanıyanların bakış açısı oluşturuyor. 

Hem Seçkin Selvi hem de Metin Akpınar’ı anlattığınız kitaplarınızda ele aldığınız kişileri sadece sanatsal yönleriyle değil, tüm insani yönleriyle ele aldığınızı görüyoruz. Böyle geniş bir bakış açısı edinirken kişisel olarak merak ettiklerinizle toplumun merak ettiklerini sentezlemenizin bir etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? 

Tabii, her şey kişisel merakla başlıyor. Kendimi bir okur olarak tanımladığım günden bu yana biyografi ve anı kitapları ilgimi çekti. Asıl ilgimi çeken hayat hikâyeleri elbette… Bizim gördüğümüz, bildiğimiz kişilerin hayatları o güne nasıl gelmiş, nelerden geçmişler, neler yaşamışlar, nerede durmuş, nerede koşmuşlar? Onları kimler nasıl engellemiş ve o engellerin üzerinden nasıl atlamışlar? Başkalarının tecrübelerini kulağıma küpe ettim hep, çok da faydasını gördüm. Yazarken de hep o bakış açısıyla yaklaştım. Devekuşu Kabare’nin benzersiz aktörü Metin Akpınar dağarcığını nelerle doldurdu? O birikim nasıl bir çevrede oluştu? Ya da Seçkin Selvi böyle bir toplumda üretkenliğini nasıl sürdürdü? Biraz bu soruların cevaplarını aradım.

Oksijen Gazetesi’ndeki yazılarınızdan birine “Kendimi bildim bileli zor günlerden geçiyoruz,” diyerek başlıyorsunuz. Anlattığınız portrelerde de bunu görüyoruz aslında. Sadece kişiyi değil, Türkiye’nin yakın tarihini de okuyucuya aktarıyorsunuz. Buradaki amacınız nedir? Bu noktada gazeteci yanınızın bir rol oynadığını düşünüyor musunuz? 

Metin Akpınar, Seçkin Selvi, Yıldız Kenter, Haldun Dormen ve portresini yazdığım birçok kişi… Hepsiyle ilgili araştırma yaparken gördüm ki birçok şeyi “rağmen” yapmışlar. Yaşadıkları coğrafyaya, topluma, zaman dilimine rağmen… Kimseye kırmızı halılar serilmemiş, hep tırnaklarıyla kazıyarak ilerlemişler. Özellikle sanatsal üretim söz konusu olduğunda işinizin kolaylaştığı, size kapıların açıldığı topraklarda yaşamıyoruz. Ülke tarihi çoğunlukla karşınızda ama önemli olan o “rağmen” sözcüğü.

Gücü, iradeyi, arzuyu, vazgeçmemeyi hatırlatıyor bana bu hayat hikâyeleri. Bunun iç karartıcı bir yanı var kuşkusuz ama ben daha çok teşvik edici olmasını dilerim. Onlar bu koşullarda başardı, biz de vazgeçmemeliyiz cümlesini kurabilmek önemli.

Bu portreleri yazarken toplumun şu anki hâlinde birini en iyi şekilde nasıl ele alabilirim kaygısı taşıdığınızı dile getiriyorsunuz. Yarattığınız portrelerin alt metninde aslında birbirimizden pek de farklı olmadığımızı göstermek, birlik ve benzerlik duygusu yaratmak arzusu var diyebilir miyiz? 

Hepimiz bu topraklarda doğduk, yetiştik, burada doldurduk zihinlerimizi. Bunlar bizim ortak tarihimiz. Ama son dönemde başka bir tarih zorla yeniden yazılıyor. Hayır, bizim tarihimiz bu değil. Bununla sınırlı değil. Daha iyisini yaptık, yine yapabiliriz. Bizi biz yapan, bir araya getiren ortak hafızamızı hatırlatmak istiyorum.

Haldun Taner önderliğinde Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın kurduğu, 1970 – 1980’li yılların siyasi gündeminin, yolsuzluklarının, toplumsal yaraların mizahi bir dille sahneye taşındığı Devekuşu Kabare’nin sizin için ayrı bir yeri olduğunu biliyoruz. Metin Akpınar bir Devekuşu Kabare müzesi kurulacağından bahsetmişti. Bu müzenin oluşumunda siz de rol alacak mısınız? Ne gibi katkılar yapmayı düşünüyorsunuz? 

9 Haziran’daki Metin Akpınar ile Muhabbet gösterisinde bir seyirci söz aldı ve “Bu müzeye bizim katkımız ne olabilirse söyleyin,” dedi. Bence, bu müthiş bir şey. Herkes gönül borcunu bir şekilde ödemek istiyor. Somut bir rolüm yok. Her daim rolüm Devekuşu Kabare sevdalısı bir seyircinin rolü olacaktır. Elimden ne gelirse yapmaya hazırım elbette. Devekuşu Kabare’nin tarihi, bizlerin de tarihi…

Diğer yazar röportajlarını okumak için tıklayın.