Bir kavga bu, evin içinden yükselip devletin odalarında yankılanan, kayıpların ve gündeliğin ağırlığını taşıyan, hafızanın kıvrımlarına sinen bir kavga. Ginzburg’un Roma’sı, yalnızca mermer anıtların değil, mutfak masalarının ve apartman merdivenlerinin de başkentidir. Bu başkent, kaybın, acının, sürgünün ve ötesinde yaşamanın, sade ve güçlü bir biçimde yaşamanın anlatısıdır, o büyük Roma’nın övgü sokaklarında gerçekliğin izleri silikleşirken evlerin duvarlarından kentin ruhuna biri uzanır, Natalia Ginzburg’dur adı, şimdi aramızda dolaşmakta

Hasan Sezer

Hafızanın Bendi
Roma, yazın ağırlığından kurtulurken sarı yapraklarını sallandırıyor göğünde.  Kent, bir başkent olmanın yorgunluğu ve bir ev olmanın sıradanlığıyla yan yana duruyor. Yaz aylarının tuzlu esintisi yerini kavrulmuş kahve kokusuna, ağır taş binaların gölgesine bırakıyor. Via delle Botteghe Oscure’nin gölgesinde ilerlerken arkamda uğultular: memurların acele adımları, posta pullarının tükürükle ıslatılmış çıtırtısı, koridorlarda yankılanan “bir imza daha, bir nüsha daha” sesi. Kapılar açılıyor, dosya yığınları taşınıyor. Roma burada yalnızca bir imparatorluğun değil, aynı zamanda bürokrasinin, alışkanlığın ve taşra kokusunun da başkenti. Tarih içinde tarih, çağdan çağa yaşanmışlıklar.
Eylül, kente yeniden dönüşün mevsimi; hafızanın keskin bir kıvrımı, bir büküm noktası. Kent, ofislerin sarı ışığı ile apartman boşluklarının loşluğu arasında soluklanıyor; Bir yazarı dinlemek için değil, bir annenin, bir eşin, bir yurttaşın hafızasını duymak için Natalia Ginzburg’un sesini duyuyorum. Onun dili arındırılmış, neredeyse çıplak. Kelimeler, aile sofrasındaki ekmek kırıntıları kadar gündelik; ama kırıntıların arasında asılı kalan sessizlik büyük ve politik. Bir kavga bu, hayatta kalabilmek için. Ginzburg bir evin içinden konuşuyor, o evin dışına taşan ses devlete, tarihe, kentin kireç taşlarına çarparak çoğalıyor, öyle ya, kavganın sesiydi bu, yaşamın hakiki tonları.
***
Natalia Levi, 1916’da Palermo’da doğdu. Annesi Lidia Tanzi, babası ünlü biyolog Giuseppe Levi’ydi; çocukluğu Torino’da geçti. Bu şehir, ileride onun yazılarında hiç kaybolmayacak bir aile evi gibi geri dönecekti. Babasının laboratuvarında yetişen öğrenciler bilim dünyasını sarsarken, Natalia odaların sessiz köşelerinde defterine eğiliyordu. Çocukluk evinin dili, babanın patlayan ünlemleri, annenin alışkanlıkla yinelenen uyarıları, kardeşlerin şakaları gelecekte bir ulusun belleğine dönüşecek küçük sözlüklerin ilk maddeleriydi.
Henüz yirmili yaşlarının başında yazmaya başladı. İlk öyküsü 1933’te yayımlandığında adını gizledi; “Alessandra Tornimparte” imzasını kullandı. Takma ad, hem genç bir kadının edebiyata sızma çabasıydı hem de faşizmin gölgesinde Yahudi kimliğini saklamanın bir yolu. O ilk imza, ilerideki yalınlık arayışının habercisiydi: kimliği örten ama sesini keskinleştiren bir başlangıç.
1938’de ırkçı yasalar yürürlüğe girdiğinde hayatı bütünüyle değişti. O yıllarda evlendiği Leone Ginzburg, tanınmış bir entelektüel, bir editör, bir antifaşistti. Rejimin gözetiminde aile, Abruzzo’da küçük bir kasaba olan Pizzoli’ye sürgüne gönderildi. Sürgünün soğuk kışları, çocuk ağlamaları, köy meydanında üzerlerine düşen bakışlar onun belleğinde çıkmaz bir iz bıraktı; gündeliğin küçücük erdemlerine sığınan bir direncin başlangıcıydı bu. Yaşamı anlamanın, korkuyla, çekince ve başkaldıran bir umutla savaşmanın gözetimiydi.
1943’te Roma’ya döndüklerinde Leone, Alman işgali sırasında tutuklandı; Via Tasso’daki sorgu ve işkenceden sonra Regina Coeli’nin revirinde hayatını kaybetti. Natalia üç çocukla dul kaldı. O ölüm, yazılarında silinmeyen bir gölge olarak kaldı: È stato così’nin keskin cümleleri, “öyle oldu”nun kaçınılmazlığı, yasın ağırlığını saklayan ve ifşa eden kısa nefesler.
Gerçek neydi? Kan ve barut ve korku ve son. Günden kalanlar bir avuç umuda boyun eğmeye tenezzül etmeyecek kadar gaddardı.
“Ama sadece mutlu anıları sevmezsiniz. Hayatın bir noktasında, anıları sevdiğinizi fark edersiniz.”
Bisküvi ve Kahve
Kanlı savaşın ardından Torino’daki Einaudi yayınevinde çalışmaya başladı. Masa etrafında Pavese, Vittorini, Calvino oturuyordu; dergiler, diziler, kapaklar konuşuluyordu. Editörlük yalnızca metinleri düzeltmek değil, savaş sonrası İtalya’nın belleğini kurmak demekti. Einaudi’nin odalarından çıkan ciltler, Roma’nın apartmanlarına, mutfaklarına, okul sıralarına, büro masalarına dağılıyordu. Ginzburg’un metinleri bu dolaşımın tam ortasında, ev ile devlet arasında, özel ile kamusal arasındaki geçitte büyüdü.
1947’de yayımlanan È stato così kişisel kayıptan doğmuş bıçak gibi metindi. 1952’de Tutti i nostri ieri (Dünlerimizin Tümü), savaşın ve yıkımın panoramasını aile evlerinin gözünden gösterdi. 1962’de Le piccole virtù (Küçük Erdemler) denemelerinde gündeliğin küçük iyiliklerinden bir ahlâk ve siyaset çıkardı: paranın nasıl saklanacağı, çocukların nasıl yetiştirileceği, dostlukların nasıl korunacağı, hep basit sorularla büyük cevaplar aradı. 1963’te Lessico famigliare geldi ve onu ölümsüzleştirdi. Bir evin içinden konuşan küçük sözler, “bizim evde böyle denirdi” diye başlayan hatırlamalar, bir kuşağın siyasal ve kültürel haritasına dönüştü. O sözlerin içinde hem Torino’nun odaları hem Roma’nın merdiven boşlukları yankılandı. “Şikâyet etmeyin” diyen bir baba sesi ile mutfak masasının üzerindeki ufalanmış ekmek kırıntıları, faşizmin uzun gölgesine karşı en sade direniş biçimine dönüştü.
1973’te Caro Michele (Sevgili Michele), dağılan bir ailenin mektuplarında, uzaklıkların ve yanlış anlamaların arasında küçük bir şefkat ekonomisi kurdu. 1984’te La città e la casa (Şehir ve Ev), yerinden edilmenin ve geri dönmenin mektuplarda kurulan coğrafyasını çizdi; evin duvarları ile kentin duvarları birbirine benziyordu. Başlıkların yalınlığında bile Ginzburg’un politikası gizleniyordu: ev, ulusun en küçük ama en kalıcı hafıza mekânıydı; dil, bu mekânın hem mülkü hem de sığınağı. Öyleyse yaşam evlerin duvarlarında yankılanan günlük yakınmalardan ibaretti.
“– Mutluluk, – dedi, – her zaman önemsiz gibi görünür, su gibidir ve ancak kaybedildiğinde anlaşılır. – Doğru, – dedi kadın. Biraz düşündü ve şöyle dedi: – Yaptığımız kötülükler de böyledir, önemsiz gibi görünür, saçma gibi görünür, su gibi, yaparken. Aksi takdirde insanlar bunu yapmaz, daha dikkatli olurdu.”
Roma, onun için yalnızca bir başkent, alelade sokakların uzanıp gittiği, tarihin ihtişamıyla süslenmiş isimler zinciri değildi. Roma bir evdi; kavga gürültüsüyle, yalnızlığıyla, kalabalığıyla, bir sarayı andıran kerpiç bir ev. Piazza Venezia’daki taş ihtişamla Trastevere’nin dar sokaklarındaki kahkahalar duyulur; Janiculum’dan şehre bakarken mermer anıtların gölgesine çocukların okul çantalarının ritmi karışır; Tiber’in kıyısında yürürken devlet dairelerinden taşan kâğıt hışırtısı ile apartman boşluğunda yankılanan sesler aynı yankı odasında buluşur. Ginzburg bu karşıtlığı, kısa, kesin cümlelerle kayda geçirdi. Hüküm cümleleri değil, tanıklık cümleleri.
1983’te parlamentoya seçildi; Komünist Parti saflarında görev aldı. Ama onun siyaseti kürsüdeki uzun konuşmalarda değil, mutfak masasındaki kısa cümlelerde gizliydi. Bir yasa tasarısından söz ederken bile çocukların okul saatlerini, pazar alışverişinin ritmini, kira bedelinin yükünü düşünmekten vazgeçmeyen bir siyasetti bu. Ginzburg için kamusal akıl, evin içinden konuştuğunda adaletle buluşurdu.
1950’de tiyatro tarihçisi ve eleştirmen Gabriele Baldini’yle yaptığı ikinci evlilik, onu kalabalık evlerin, gezici derslerin, taşınan kitap kutularının ritmine soktu. Şehirler arasında gidip gelirken Roma gene de eksenini korudu: akşamüstü Janiculum rüzgârı, Lungotevere’deki sarı ışıklar, Via della Lungara’nın adımlarında hafif bir yorgunluk.
İnleyen Caddeler
Baldini 1969’da öldüğünde bir kez daha yasın kıyısında yazıya tutundu. Yas, onda suskunluk değil cümle ekonomisi olarak belirirdi; hiçbir fazlalığın barınmadığı metinler, yokluğun ağırlığını taşıyacak kadar sağlam ama taşıdığını asla bağırmayacak kadar sakindiler. Şehirle dil arasındaki bağ burada kalınlaşır: Roma, dilin bürokratik katmanlarıyla ev içi jargonunu aynı gün içinde dolaştırır. Ginzburg, bu kalıbı kırmaz; onu görünür kılar. Okur, bir imza sıraya girerken, bir çaydanlık kaynarken, bir çocuk ödevini yarım bırakırken, İtalya denen büyük evin duvarlarında yankılanan küçük sözleri duyar. Bu sözlerin başkentidir Roma, bu kavganın satır arasındaki çığlıklarıdır.
“Yazdığım roman nokta ve virgül içermeyen bir romandır. Onları koymak istemiyordum. Nedenini açıklayayım. Virgül adımlar gibidir. Adımlar yorgunluk yaratır ve ben yorulmak istemiyordum, kendimi güçsüz hissediyordum ve yürümek istemiyordum, oturup uzanmak istiyordum.”
Piazza Venezia’dan Trastevere’ye, Via del Governo Vecchio’dan Lungotevere’ye uzanan akşamüstünde mermer çeşmelerin suyu, posta dağıtım motorlarının tiz sesi, okuldan dönen çocukların çantalarındaki tıkırtı, bakkalın önünde bekleyen köpeğin sabırsız bakışı, belediye binasında asansör kapılarının kapanıp açılışı, kolezyum ve ötesi, hepsi aynı şehrin aynı cümlesinde birer ektir. Ginzburg’un cümlesi de böyledir: yalın bir gövde üzerine eklenen tiz sesle çoğalan bir anlam.
Via Tasso’nun ağır kapısını düşünelim; orada acının izi müze olmuş duvarlarda durur. Regina Coeli’nin revirini düşünelim; orada ölüm, kâğıdın soğuk yüzüne düşülmüş bir kayıt gibi sessizdir. Sonra bir Roma apartmanının mutfağını düşünelim; tencerede kaynayan su, sabahın erken saatlerinde telaşla ütülenen bir gömlek, masada unutulmuş bir kurşun kalem… Ginzburg, bu üç mekânı birden görür: devletin şiddetinin izi, ölümün kaydı, hayatın sıradan ısrarı. Yazısı, işte bu üç mekân arasında gidip gelen bir tanıklık haritasıdır.
Merhaba diyor Roma, bir büroda açılan dosyaya; merhaba diyor Ginzburg’un kederli cümleleri, bir mutfak masasındaki ekmek kırıntılarına; merhaba diyor kaybolmuş bir eşin hatırası, Via Tasso’nun ağır kapısına; merhaba diyor mevsimin dönüşü, Lungotevere’nin sarı ışıklarına; merhaba diyor hayatın en sade, en zorunlu yüzü: ev, görev, kayıp, yazı. Bir kavga böyle başlıyor insanlığın yok oluş çağında ve bir kavga böylece sürüyor kentin sokaklarında.
“Kişiler ya da ölüler, ya da hâlâ yaşıyor olsalar bile çok eski, çünkü uzak zamanların, geçmiş olayların katılımcılarıydılar; annem küçükken, “köpeğimin kız kardeşini” ve “kükürt dioksit nasıl kokar” diye işittiğinde; artık karşılaşılamayacak, dokunulamayacak kişilerdi; ve karşılaşılıp dokunulsa bile benim onları düşündüğüm zamanki hâlleri değillerdi; ve hâlâ yaşıyor olsalar da ölülerin yakınlığından etkilenmişlerdi, çünkü onlarla birlikte ruhumda yaşıyorlardı: ölülerden, o erişilmez ve hafif adımı almışlardı.”


Adsum.
 

Görsel: https://www.amazon.com/stores/author/B001H6KOZW

Bir Yorum Bırakın

Your email address will not be published.