Bookinton

Yazarlık hevesine kapılanların neredeyse hatmettiği Carl Gustav Jung’un ve Kahramanın Yolculuğu’nun peşine Uzman Psikolojik Danışman Dr. Ümit Akçakaya ile düştük.

İlknur Akgül Ardıç

Ümit Hocam Jung’un Freud’u sollayarak son yılların popüler ismi hâline gelme sebebi nedir? Neticede 1900’lü yıllardan beri ne dediğini biliyoruz. Şifrelerini yeni mi çözdük yoksa farklı alanlara adapte etmeyi ancak mı başardık? 

Jung’un kuramı bugünlerde neden popüler çünkü bizi bize anlatıyor. Tıpkı mitoslar, masallar, efsaneler, arketipler gibi. Jung’un kuramında arketipler önemli kavramlar. Bu arketipler aslında birtakım sistemler, enerjiler. Bunlar her birimizin hayatında belli psişik etkiler yaratıyor, belli davranış örüntüleri açığa çıkartıyor. İşin görünen kısmına bakarsak çok basit yorumlarız insanı. Freud’un kuramı etki-tepki yasasıyla bunu belirtir. Aslında insan basit bir varlıktır der, bilinçaltı diye bir mekanizma vardır, oraya bazı şeyleri bastırırsın ki bunlar genellikle cinsellik ve agresyon olur, enerji olarak orada varlığını sürdürür, deşarj edilmezse karşımıza davranış bozuklukları, nevrozlar, psikozlar ya da başka türlü olaylar çıkartır.

“Freud’un kuramı bir yönü ile doğrudur ama eksiktir.” 

Freud’un belli alanlarda geçerli olup diğerlerinde olmamasını metafor olarak anlatırsam Newton fiziği ile kuantum mekaniği karşılaştırması diyebilirim. Newton fiziği uzun yıllar hüküm sürdü. Gözle görünen evreni anlamakta etki-tepki-nedensellik yasasıdır Newton’unki ve belli formüllerle olayları güzelce açıklarsınız. Ancak madde ya da insan bu kadar basit, gözle görülür bir âlemde var olmaz! Çok daha derin, bilinç dışı bir düzlem, aslında kuantum alanı vardır (atom altı parçacıkları düzeneği) Bilimin geldiği noktada ise kuantum mekaniği bunu Newton fiziği ile ölçemiyor çünkü oralar çok kaotik, karmaşık, insan zihninin anlayamayacağı derecede olasılıklar alanı ve anlayabilmek için farklı paradigmalara ihtiyaç var. Şu an onlar insan aklıyla tam olarak formülize edilmedi çünkü insan zihni sınırlı. 

“Eski kalıplarla bazı şeyleri anlayamıyoruz.”

Zihni burada ego olarak düşünelim, ego kapasitesi sınırlı. Neden, sonuca bağlı anlamı açığa çıkartır, derinliği kavramakta yetersiz kalır. Bu açıdan baktığımızda insan artık derinliğini fark etmeye başladı. Biraz sorguladı, bilinç kazandı ve hayatında karşısına çıkan olayların, iç dünyasındaki çatışmaların, düzeneklerin ne olduğunu anlama ihtiyacı duydu çünkü belli paradigmalar yetersiz gelmeye başladı. Sıçrama yaşıyoruz hepimiz; beynimiz, olaylar gelişiyor, dolayısıyla evrimleşiyoruz. O zaman da eski kalıplarla bazı şeyleri anlayamıyoruz. 

“Freudyen psikanaliz her şeyi daha basit açıklamak ister.”

Jung, döneminde son derece absürt, spiritüel, uçarı, akla mantığa aykırı bulunmuş, aforoz edilmiş camiada. İlk başta Freud da psikiyatri camiasında aynısını yaşamıştı. Kendi ayrılmıştı aslında. Aynı düzenekte buluşamamışlar meslektaşlarıyla. 

Freudyen psikanaliz her şeyi daha basit açıklamak ister, derinlikli, spiritüel olabilecek konulara kafa yormaz! Felsefeye girmez. Neden yaşıyorum, hayatın anlamı ne, nasıl yaşamalıyım, ölümden sonra yaşam var mı gibi sorularla fazla kafa yormaz. Nedenselliği tanımlayıp analiz etmeye çalışır. Zamanında Freud’a Belçika Kraliçesi mektupla sormuş: “Hayatın anlamı var mıdır sizce?” Freud da demiş ki: “Hayatta anlam aramak bir hastalıktır. Anlamı yoktur. Yaşarız, bilinçaltı, ego, id, süper ego oluştururuz, bir çatışmanın içerisinde bunları çözmeye çalışırız, çözemezsek nevrozlarla uğraşırız, çözersek daha rahat ederiz, ölürüz gideriz olay biter!”

Bu biraz sığ ve Freud’un da kişiliğinden kaynaklanan, anlamı, anlam aramayı hastalık olarak gören bir bakış açısıdır. Freud kendine dışarıdan bakmamıştır. Jung’a göre ise olay bu kadar basit değildir. Her insanın ruhunda anlam çok ciddi bir ihtiyaçtır, tam tersi anlamsızlık bir hastalıktır. Hayatımızdaki yegâne görev anlamı bulmaktır. Bu anlamı bulma yöntemimiz de kendimizi tanımaktır.

Kahraman, yolculuk nereye?

İç dünyamız ve bilinç dışındaki unsurları görmek, kavramak, onlara doğru yolculuk yapmak, –kahramanın yolculuğu– masallar, mitler, efsanelerin sembolik dillerinin şifreleriyle anlatılmıştır bize. Bu, kendin olma, anlamını, kendi cevherini, özünü, bilinçle bilinir kılma yolculuğudur; kutsal da bir yolculuktur. Jung kendini de bu yönüyle harika analiz etmiştir. İç dünyasına dalıp oradaki birtakım unsurlarla karşılaşmış, –bunlara arketipler diyoruz– onları bilince taşımış, bütünleşmiş ve sonucunda ortaya deneyime dayalı, içinden geçinen bir kuram sunmuştur. Zamanın ruhuna göre birkaçı hariç, 1950-60’lara kadarki süreçte, Freud da dahil çoğu anlamamıştır bence Jung’u. Psikolojinin nedenselliği içinde kalan bir alan olarak karşımıza çıkmıştır ki psikoloji hâlâ bir yanıyla öyledir. Gözle görülemeyen, test edilmeyen, gözleme dayanmayan unsurları kabul etmez, kafa yormaz. Bugünkü bilim formülize etmek, genel geçer bir gerçekliğe ulaşmak, bunu da yaymak ister. Jung bugün böyle olamayacağını bütün bilime gösterdi çünkü oradaki düzenek kaos, karmaşık! İşte Jung o zamanlarda bu karmaşayı insan psişesinde* yani kişiliğinde görmüş ve kişisel gözlemlerini, içsel sürecinde yaptığı farkındalık çalışmalarıyla kuramına aktarmış. 

(*Psişe: İnsan zihninin, bilincinin ve bilinç dışının tamamı.)

“İslam dini de dâhil bütün dinleri incelemiş.” 

Sadece kendinden mi buna ulaşmış Jung; hayır! Çok iyi insan gözlemleyen bir psikiyatrist. Binlerce hasta görmüş, kültürleri incelemiş, aynı zamanda bir gezgin, antropolog, teoloji uzmanı ve bence bir felsefeci de. İslam dini de dahil bütün dinleri incelemiş, aborjin felsefelerine kadar farklı kültürlerle, kabilelerle yaşamış, kültürler arası bir yolculuğa çıkmış. 

Yani, kahramanın yolculuğuna aslında kendi yolculuğu ile başlamış.

Kesinlikle! Aslında Jung bir keşfe çıkarken sadece kendini değil dış dünyayı da analiz etmiş. Buna bir ömür adamış ve fark etmiş ki bazı şeyler çok ortak. İnsanlığın ortak mirası olarak farklı yer ve şekillerde açığa çıkan enerjilere “arketipler” demiş Jung. Bu arketiplerin bilinmesiyle bir devrim yaratmış ki o da şudur: İnsan psişesi, bilinç dışı boyutuyla son derece karmaşık, bütüncül, diğer canlılarla entegre bir şekilde işliyor. Hatta bu öyle bir alan ki dış dünyada buna uyumlu bir rezonansla hayatımızı etkiliyor. Jung bu durumu “eş zamanlılıklar” olarak niteliyor. Başımıza gelen olaylar, karşılaşmalar, kazalar/belalar, sorunlar, güzel olaylar “manidar rastlantılardır” çünkü sistem kolektif ve entegre olduğu için arketipsel planda, bilinç dışı düzlemde hepimiz görünmez ağlarla birbirimize bağlıyızdır. Bu, çok derinliği olan bir alanı açar bize. Kendi hakikatimizi bilmek için bu alanı gözeterek bakmalıyız çünkü orada kendimizle yüzleşeceğimiz şeyler insanlığın ortak mirasıdır. Bunlar aslında mitlere, efsanelere, masallara binlerce yıldır konu oldu, bugüne geldi ve hâlâ bize bir şey söylemeye çalışıyor. 

“Yaşıyorum ama neden?” 

Modern insanın sorunu -sorunuydu- bu mistik alandan kopması, fazla rasyonalite ve bilimsellikte kalması ve neticede bu mitsel, arketipsel alanla bağını koparması. Bu neyi doğurdu? Bir anlamsızlığı, boşluğu… “Yaşıyorum ama neden? Para-pul, kariyer, şöhret, refah bir yaşam için mi yoksa hayatta başka bir ödevim var mı?” sorgulaması içine girdi insan. Bu da bir anlam arayışını açığa çıkardı çünkü önceden aileden, atadan sunulan ya da modern bilimin sunduğu bazı paradigmalar yetersiz kaldı. İnsanın dinî boyutuyla inancı ya da bilimsel perspektifi bazı şeyleri zihninde açıklamaya yetmedi. Daha derin bir anlam bulmaya ihtiyacımız var ki işte bu sorgu, Carl Gustav Jung’un kuramını çağımızda tekrar karşımıza çıkardı. 

Kahramanın Yolculuğu’nda Jung’un kahraman arketipleri nelerdir? Hiç duymayanlara nasıl anlatırsınız?

Aslında bu arketipsel bir konu olduğu için duymaya hazır olan bir kişi için şöyle bir anlam ifade edecek: “Ben bunu tanıyorum. Benim içimdeki bir parça aslında bu kahraman.” Önce kahraman ne demek bunu netleştirelim! Aslında hepimiz bir kahraman adayıyız ya da kahramanın yolculuğunu yapıyoruz. Kahramanın Yolculuğu’nu anlatırken Jung’cu araştırmacı, mitoloji uzmanı Joseph Campbell’dan da bahsetmemiz gerekiyor çünkü onun bir kuramı “monomit¹.” 

Campbell, zamanında arketiplere de merak sarmış. Tüm dinlerdeki efsaneleri, farklı mitosları, menkıbeleri², masalları karşılaştırmalı olarak incelemiş. Bunlar neden bin yıllardır kültürlerde önemli? Yıllardır gelen bir bilgelik, akış var burada ve bunun bir anlamı olmalı. Alelade fantastik unsurlar mı yoksa derinliği olan bir çalışma mı? Yaptığı araştırmada şunu fark etmiş, aslında bu ortak, tek bir hikâye. Kahramanın Yolculuğu her kültür, ülke ve çağda farklı adlarla kendine ifade bulmuş. Yunanistan’da Theseus, İkarus, Mısır’da Osiris, Sümer’de Gılgamış, bizim kültürümüzde Keloğlan, dinî menkıbelerde Hz. Yusuf, Yunus, Muhammed, İsa peygamberler olmuş… Her biri aslında bir kahramanın hikâyesi. 

“Tek bir hikâye var, o da bizim öykümüzü anlatıyor.”

Bunlar binlerce yıldır anlatılıyorsa bize bir mesaj verilmeye çalışılıyor demek ki. Eskiden beri ozanlar, masal anlatıcıları, Şamanlar, dedeler, çocukları, halkı bir yerde toplar hikâyeler anlatır. Oradaki karakter kahramanın yolculuğunu anlattığı için hikâye dinleyeni içine alır. İşte o kahraman bizizdir aslında!

Joseph Campbell bunu keşfettiğinde demiş ki “tek bir hikâye var; o da bizim öykümüzü anlatıyor.” Bir kahraman var, sıradan bir hayatı var, o hayatta belki mutlu belki değil, boşluk içerisinde belki ama hayatında kriz yok! Tıpkı Yüzüklerin Efendisi’ndeki gibi Frodo olarak düşünelim bunu. Frodo, Hobbit köyünde (Hobbiton) mutludur. Ya da Keloğlan’ı düşünelim, o da köyünde başta mutludur. Köyleri onlar için konfor alanıdır. Ama sonra bir maceraya çağrı alır, yani bir kriz yaşarlar. Kriz içten de dıştan da gelebilir. Bunu mitoslarda şöyle okuruz; kahramanın bir yolculuğa çıkması gerekir, örneğin Keloğlan’ın köyünde kıtlık çıkar, yüzük saklama görevi Frodo’ya verilir, konfor alanı bozulur, kahraman önce buna direnir, gitmek istemez, (maceranın reddi) ama sonrasında birtakım güçler onu teşvik eder (mentorlar.) Mentorlar bu yolculuğu yapması gerektiğini ona hatırlatırlar, kahramanımız konfor alanından çıkar ve hiç bilinmeyen bir alemde, kaotik bir düzlemde kendini bir macera içinde bulur. 

Grafikle kahramanın yolculuğu.

Bunlar masallarda, sembolojide karşımıza bir kuyu, mağara, labirent, uzak bir ülke, yasaklı 40. oda ³ ya da orman (Hansel ve Gretel örneği) olarak çıkar. Hepsinin anlamı aynıdır. Bilinmeyen, karanlık, belirsizliklerin olduğu, ürkütücü bir alan. Kahraman bu alana girince birtakım unsurlarla, nahoş figürlerle karşılaşır. Bunlar ejderha, cadı, dev, şeytan gibi dünya dışı varlıklar olabilir ve onlarla mücadele başlatır. Farklı duygular deneyimler, korkar, cesaret sergiler, geri dönmek ister, irade gösterir, bazı güçlerce desteklenir ya da tepki alır, onlarla mücadele etmek ister vs. Bunların alt aşamaları da vardır. 

Neticede kahramanımız bu alandan yılmayıp cesaret, irade göstererek çıkmayı başarırsa gerçekten kahramanlık sergilemiş olur. Değişir, dönüşür, başkalaşır, eski kimliğiyle ölür yeni bir kimlikle doğar ve genelde de hikâyede bir ödülle mükâfatlandırılır. Kral olur ya da padişahın kızını alır, Pinokyo gibi insan olur ya da sonsuz bir sofraya kavuşur, bir güç elde eder, masal neyse kahraman mutlaka bir ödülle döner. 

“Her türlü dar kaotik alan, ki sembolojide bu rahim ile tarif edilir.”

Hikâyelerden nasıl bir mesaj vermeye çalışıyor diye bize dönelim. Sen konforda kalıp sadece egoya endekslenerek        bir yaşam sürmeye gelmedin! Bir misyonun, görevin, tanıman gereken bir karanlığın var, -bu karanlık aslında “bilinç dışıdır” Jung’un tabiriyle- mağara, kuyu, orman, her türlü dar kaotik alan, ki sembolojide bu rahim ile tarif edilir, yeniden doğuş, erginleşme mekânıdır. Erginleşme mekânı bazen lahit ya da tabutla tarif edilir. Bu da aslında bilinç dışıdır. Bilinç dışındaki birtakım unsurların keşfedilmeye ve dönüştürülmeye ihtiyacı vardır. Hepimizin hikayesinde yapılanmamış boyutuyla durur. C. G. Jung buna “gölge arketipi” demiş. Gölge herkesin ortak arketipi ama kişisel hayatında farklılaşabilir. Bunu nasıl yorumlayacağız? Aslında bizim görmezden geldiğimiz, bastırdığımız birtakım unsurlarımız olabilir. Korku, travma, bilince çıkarmadığımız boyutta (bu kısmı önemli) ya da kabul etmekte zorlandığımız bir duygumuz, huyumuz olabilir. Geçmişte içimize yerleşmiş çocuğun yarası olabilir, bağlanma sorunu olabilir, annemizle kurduğumuz düzenekteki bir ayrışamamadır, korkudur kimi zaman. Ya da her şey olumsuz değildir, görmemiz gereken bir potansiyel, yetenektir, bunlar da gölge olabilir bastırılan boyutuyla. Onlardan da korkarız. Tüm bunlar gölge olarak bilinç dışı alanda varlığını gizler. 

Ruhun ölümü!

Hayat bize şöyle bir mesaj veriyor; “özünü bulabilmek, kendinle bütün olabilmek için bu alanlarla yüzleşmek, dönüştürmek zorundasın! Bu senin hayattaki yegâne misyonun.” Bunu ego yapmak istemez, o yüzden de modern hayatta birçok insan kendini tanımaktan kaçar. Birtakım geçici uyuşturucu şeylerle parayla, malla, mülkle, uyuşturucuyla, TV ile hatta bazen inançlarla bu alan kapatılır ve mutlaka bu kapatmanın bir bedeli vardır, nevrozdur, anlamsızlık hissidir, kimilerinde boşluktur, bağımlılıktır, gitgide yapaylaşmak, robotlaşmaktır… Bu da ruhun ölümü anlamına gelir.      

Ümit Hocam biz gölgemizi bastırdığımız için kendimizi ortaya çıkaramıyoruz tabii. Mesela biliyorum da işime gelmiyor, gölge sayılıyor mu?

Evet sayılıyor.  

Yani ya farkındayız ya da değiliz. Farkında da olabiliyoruz gölgemizin.

Doğru soruları sorarsak, olaya egodan bağımsız bakarsak, buna biz “kendilik” diyoruz, kendilikle bakabilmek; orada bazı şeylerle yüzleşeceğiz. Yüzleştiğimiz şeyler zaten egonun hoşuna gitmeyecek çünkü her yüzleşme bir krizi, çatışmayı doğuracak, kabul etmekte zorlanacağız. Masallarda, mitoslarda gölge hep tiksindirici bir şey olarak gelir karşımıza. Mesela kurbağadır o, kurbağayı öpmen gerekir. Tiksinirsin ama öpünce de prense dönüşür. Bu metafor çok anlamlı. Kurbağa bilinç dışına bastırdığımız gölgelerimiz. Başta görmek istemeyip buna niyetlenir, maceraya daveti kabul ederseniz destekleyici güçler size yardımcı olur. Bu bir psikoterapist, Jung gibi bir kuramcı, bir kitap, bazen şimdiki söyleşimiz bile olabilir. Neticede kahraman der ki ben bu alanıma bakmak durumundayım. Genellikle bu yüzleşme çağrısı günlük hayatımızda karşımıza bir krizle çıkar. Durduk yere gölgeye bakmak istemez insan. Maceraya çağrı hayatımızda karşımıza çıkan krizlerle olur. Bu bazen bir ölüm, kayıp, psikolojik sorunlar, hastalık, varoluşsal sorgulama, kaza, kendini tanıma merakı olur. Tüm bunlar Jung kuramı açısından “eş zamanlılığı” işaret eder. Yani tesadüf değildir! Bir şekilde maceraya çağrılmışızdır ve bilinç dışı alanımızla yüzleşmeye davet ediliriz. 

Kurbağayı öpmeden bize rahat yok!

Kahraman çağrıya icabet ederse desteklenir, yüzleşmeye girer, karşılaşmalar yaşar ki bu onun kişisel gölgesidir. Biraz önce bahsettiklerim ya da koparması gereken bir bağıdır, öz güven, ebeveyn sorunudur ki içimizdeki küçük çocuklarla alakalıdır. Hepimizin içinde bir çocuk arketipi ve onun yaralı tarafları var. Zamanında darbeler yedi ve iyileşmedi. O küçük çocuk orada duruyor ve orada olduğu müddetçe bir enerjisi var; bize savunmalar, savunma mekanizmaları üretiyor. Bu da karşımıza kendimizden kaçırtan ego savunmaları olarak çıkıyor. 

Konforumuzu bozmak istemiyoruz çünkü ne gerek var şimdi oradaki acıyla yüzleşmeye değil mi? İşte bu da masallar, mitolojilerdeki eciş bücüş varlıklar oluyor. Ama sistem bize diyor ki onu görmeli, kabul etmelisin ve ortak bir mutabakata varıp onun üzerinde bir konfor sağlayarak onu dönüştürmelisin çünkü o senin karanlık kardeşin. Karanlık kardeş orada durduğu müddetçe seni yutmaya çalışacak, fırsatını bulduğunda krizler gönderecek. Amacı da senin tarafından kabul edilmek, görülmek, tıpkı kurbağayı öpmek gibi… 

Kabullenmeyle gelen yas süreci

Karanlık tarafımızla yüzleştiğimizde -belli duyguları deneyimlemeyi gerektiren zorlu bir şeydir- belki korku, öfke ya da üzüntü yaşayacağız, bir yas sürecinden geçeceğiz. Bu geçişi layığı ile yönetirsek, bir kahraman gibi anlamaya çalışırsak, pes etmez ve kurban arketipine geçmezsek -kurban arketipi karanlığın zıddıdır- kazanırız. Savunma mekanizmalarıyla oraya yanaşan parçamızdır. O parçamızı gündelik hayatta nasıl görürüz; bu benim başıma gelmedi ki diyen parça, inkâr eden, kurtarıcı bekleyen parça, bastıran parça, sürekli başkalarını suçlayan, yansıtma yapan parça… İlk önce krizler karşısında gerçekle yüzleşmeyi reddediyoruz, sonra sistem ve enerji birikiyor birikiyor. Bu arada anlamlandırmayı, macerayı da reddediyoruz, sonra büyük bir kriz gelip bize “dannnnnn” diye bir olay çıkartıyor. 

Hayatı da böyle okumak lazım. Krizler geldiyse bize bir şey söylemeye çalışıyor. İçimizdeki kurbanla yaklaşmayı bırakıp kahramana “ben bu olayı neden yaşadım, ne öğrenmem gerekiyor, neyi dönüştürmeliyim” diye sorarsak bizi yüzleşmeler bekliyor. Bunu bilgelik, cesaret ve iradeyle yaptığımızda da tam bir kahramanlık sergilemiş oluyoruz. Değişip ferahlayarak tekrar gün yüzüne çıkıyoruz ve gün yüzüne çıkan kişiliğimiz eskisi olmuyor. 

“Karşımıza sürekli çıkan, tekrarlanan olaylar çok manidardır, bir gölge sorununa işaret eder. Yolculuğumuzla bunu çözdüğümüzde içimizdeki öze varırız.”

İçimizdeki öz doğduğumuz haldeki temizliğimiz, saflığımız mı?

Öyle de denilebilir. İçimizdeki çocuğa yeniden kavuşuruz ama bu çocuk 0-1 yaş, 1,5 yaş arasındaki kendi çocukluğumuzdur. O dönemde daha korkularla haşır neşir değiliz, spontanızdır, daha kendimizizdir.

Yeğenim bazı şeylerden sebepsiz korkmaya başladı, 4,5 yaşında. Biz bunu teşvik etmedik kendiliğinden gelişti.

Çünkü ego gelişti doğal olarak. Özünden çıktı diyebiliriz. Özü bilinç dışına gömüldü. Kendiliğimiz gömüldü. Bu hepimizin hayatında olan bir süreç. Bazen persona geliştiririz. Persona da Jung’un maske dediği kavramdır topluma uyumlanmak için çünkü hepimizin çok derinlerde bir ölüm korkusu vardır. Bu yüzden topluma entegre olmaya ihtiyaç hissederiz. Kuralları, kaideleri kabul ederiz ama bunun bir bedeli vardır. Konfor alırız böylelikle korkuyla yüzleşmeyiz ama bedeli de kendiliğimizi gömmek olur. Aynı zamanda gölge, yani içsel birtakım korkuları da gömeriz. Hakikatleri, yetenekleri de gömeriz ki bu da gölgedir.

“Egonun ilk fark edilmeye başladığı yaştır 1,5-2.” 

Olayları, kaygıyı, korkuyu… İki yaş itibarıyla süper ego biraz çıkmaya başlıyor. Freud’un kuramındaki kurallar, kaideler vs. Biz doğallığımızdan vazgeçiyoruz. Vazgeçmek de zorundayız. Bu bir gelişimsel süreç. Ama sonra bize diyor ki hayat, tamam sen gölgeyi yaptın, kendiliğini gömdün, yaşamı da yaşadın bir süre, 40 yaşına kadar özellikle, 40 yaşından sonra ego da geliştirdin, hadi bakalım onları tekrar bulup bütünleşme yolculuğuna çık, yani kahramanın yolculuğuna… 

Jung’un kahraman arketiplerine dönersek?

Jung’un kahraman arketipi tek arketip zaten. Bunun içinde 12 farklı arketip var. Bunlar hepimizdeki birtakım enerjiler. Aydınlık ve karanlık tarafıyla var olan enerjiler. Çok derin bir konu. Girersek çıkamayız. Ondan önce bahsedebileceğimiz Jung’un tabir ettiği dört temel kişilik arketipi var.

Persona, dış dünyaya sergilediğimiz maskemiz. Toplumsallaştığımız zaman ortaya çıkar. Başkalarıyla birlikteyken sergilediğimiz tutum ve davranışlarımızdır. Herkesin personası kendine hastır. Şu anda siz de ben de persona kullanıyoruz. Bu da doğal, yalnızken olduğumuz kadar rahat olamıyoruz. Bazen daha ince bir persona kullanırız annemizin, çocuğumuzun yanında mesela. Bazen de daha kalın bir persona kullanırız. Mesafeli, resmî kurumlarda örneğin. Bu süreklilik gösteren bir parçamız.

Gölge, bilinç dışına gömdüğümüz arketip. Egonun karanlık kardeşi olarak geçer. Orada bastırdığımız unsurlar vardır. Travmalarımız, komplekslerimiz, korkularımız, yeteneğimiz, potansiyelimiz, bilgeliğimiz, mizah becerimiz, analitik düşünme becerimiz, anima ve animusumuz gibi. Bunların her biri bastırılıyor ve gölge olarak tanımlanıyor. Bu da karanlık tarafımız. Anima ve animus; bunlar eril ve dişil taraflarımız. Eril ve dişil enerjiler gibi düşünelim. Bunlar da içinde aydınlık ve karanlık taraflar arz ediyor. Eril arketip bilincimizdir, logostur. Bizi düşünmeye yönelten, mantık fikir yürüttüren tarafımız. Dişil arketipimiz de erostur. O da bilinç dışımızdır. Duygularımızdır. Her insanda eril ve dişil taraflar vardır. 

“Eril ve dişil dengesini kurmalıyız.”

Hayat bizden eril ve dişil dengesini kurmamızı ister. Bu yüzden masallar ve efsanelerde hep eril ve dişil bir karakter vardır. Kahramanımız kadınsa mesela erille karşılaşır. Onunla evlilik yapar. Erilse prens, prenses ile buluşur. Keloğlan padişahın kızını alır vs. Hep eril ve dişil karakterler vardır ve çok semboliktir. Bu da şuna işaret eder, bilinçle bilinç dışı arasında bir bütünleşme, bir sentez oluşturma. Hepimizin yegâne görevi bu enerjileri entegre çalıştırabilecek bir kapasite geliştirmek. Aydınlık tarafıyla. Bunu sağladığımızda müthiş bütünleşme olur. Buna Jung “hieras gamos” der, kutsal evlilik… Kutsal evliliğin illa bir partnerle olması gerekmiyor, kişi animasını bir yere projekte eder, heykele, bir karaktere onun sayesinde dönüşür vs. Bu dönüşümü sağladığında, anima ve animus bütünleştiğinde Jung’un söylediği bilinç dışına, psişenin merkezinde arketiple bütünleşme gerçekleşir. Bu da tarif ettiği dördüncü arketiptir. 

“Self yani kendiliktir ya da özdür. Tanrısal bir yansımadır. Bir parçadır Jung kuramında”

Bu biraz panenteist* bir bakış açısıdır. Tanrının bir yansıması bizde de var anlayışı. Vahdet-i vücûd (varlığın birliği) ile ilişkilendirilir tasavvufta. O da self-öz arketipidir Jung’da. Doğu felsefesinde Brahman’dan yansıyan Atman’dır. Tanrısal parça. Masallar ve mitolojideki kutsal kasedir, büyük hediyedir, ödüldür, hazinedir. Bunlar sembolojiktir. Bu hazine aslında kendiliğimizdir. Kahramanımız en sonunda kendiliğine, hazinesine kavuştuğunda muradına erer, bütünleşmiş evrensel insan olarak yeniden doğar ve harika bir özgürlük kazanır. 

Buna Joseph Cambell yaşama sanatı, yaşama özgürlüğü der. Bizim hikâyemiz de böyle bir özgürlüğü kendi içimizde oluşturmaya yöneliktir. 

(Panenteizm: Her şey Tanrı’dan oluşmuştur ama Tanrı değildir.)

Kahramanın yolculuğuna en iyi örnek diyebileceğiniz kurgu ya da gerçek kişiler var mı? Bu yolculuğu somut bir örnekle anlatabilir misiniz?

Sorunuza cevap olarak kahramanın yolculuğunu gerçek insanda örneklendirmek için literatürde bulamadığımdan tezimde araştırmayı kendim yaptım. Kahraman arketipi bağlamında insanın kendini gerçekleştirme süreci: Türk halk ozanı Neşet Ertaş örneği. Onun hikâyesini, yaşam öyküsünü Joseph Cambell’in örüntüsü ile analiz ettim ve tez olarak yayımladım. İsteyenler YÖK’deki tezden ulaşabilir. 

“Yaşamımın anlamı, yaşamın bana yönelttiği sorudadır ya da tam tersi, ben kendim dünyaya yöneltilen bir soruyum ve yanıtımı ona söylemezsem onun verdiği yanıta bağlı kalmak zorunda kalırım.” Carl Gustav Jung, Anılar Düşler Düşünceler

Peki kurgu karakterler? 

Goethe’nin Faust’u, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Nihal Atsız’ın Ruh Adam’ı, edebiyatı tararsanız kahraman arketipi ya da arketipsel semboloji bağlamında incelenen eserlerin hemen hepsi kurgudur. Bilinç dışı yazılmıştır. Bunları yazanların da bilerek yazdıklarını düşünmüyorum çünkü kolektif bilinç dışına temas ediyorlar, derinleştikçe oradaki arketipi yaydıkları zaman örüntüyü yani macerayı yaşattıklarında Joseph Cambell’in aşamalarını koyuyorlar bilinç dışı. 

Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini alın, Joseph Cambell’ın aşamalarının aynısını yaşamıştır. Yaşar Kemal ben bir kitap yazayım da Joseph Cambell’in aşamalarına değineyim dememiştir. Bunu otomatik, iç dünyadan yazmıştır. Arketipselin büyüsü budur. Kolektif bilinç dışı olduğu için herkesin bilincine taşar. Sanatla taşar, eserle taşar, orada kendisini ifade eder. 

Konuştuklarımız çerçevesinde araştırma imkânı sağlayacak kitap önerileriniz hangileri olur?

  • Anılar Düşler Düşünceler – Carl Gustav Jung –
  • Jung / Yeni Başlayanlar için – Maggie Hyde, Michael Mcguinness
  • İçimizdeki Kahraman – Carol S. Pearson
  • Gölgeyle Buluşma ve İnsan Doğasındaki Karanlık Yüzün Gizli Gücü – Connie Zweig
  • Işığı Arayanların Karanlık Yanı – Debbie Ford
  • Kahramanın Sonsuz Yolculuğu – Joseph Campbell

Monomit¹: Monomit ya da diğer ismiyle Kahramanın Yolculuğu (Hero’s Journey) Amerikan bilim insanı Joseph Campbell’in tanımladığı, drama, masal, hikâye ve efsanelerde kullanılan dinî ve psikolojik gelişmeyi gösteren bir anlatı kalıbı. Bir kahramanın yaşadığı hayat döngüsüdür. Kahraman bir amaç uğruna yola çıkar. Belli bazı zorluklar ile karşılaşır. Çile çeker. Bunları alt eder ve bunların sonunda bir ödül elde eder.)

Menkıbe²: Din ulularının ya da tarihe geçmiş yiğit kimselerin olağanüstü, yüce yanlarını anlatan, dilden dile yayılıp gelen öykü. Oxford Sözlüğü)

40. oda³: Mavi Sakal, siyah-lacivert sakalları, çirkin suratı ve her seferinde yeniden evlenmesini sağlayan variyetiyle şanslı bir katildir. Bir soyludur evvelde. Eşlerinin kalbini yerinden söker ve cesetlerini görkemli şatosundaki girilmesi yasak bir odada saklar. 40. Oda’da. Kendince görünür olan kötülüğü buraya hapseder-gizler aslında. Habis bir ruha sahiptir. Üç karısını da itinayla öldürmüştür. Dördüncü karısına şatosundaki bütün odaların anahtarlarını vererek bir seyahate çıkar Mavi Sakal. Yasak Oda’ya kesinlikle girmemesini tembih eder giderken. Ama karısı aklını kışkırtan bu yasağın cazibesine dayanamaz ve her şeyi göze alarak 40. Oda’nın kapısını açar.

Katkılarından dolayı Sema Adalar Utkueri’ne sonsuz teşekkürlerimle…


Analitik psikolojinin kurucusu Psikiyatr Carl Gustav Jung kimdir? (1875-1961)

İsviçre’de dünyaya geldi. Bir papazın oğluydu. Babasını sevmesine rağmen, zayıf bir insan olduğunu söyler. Annesinin iki kişiliğe sahip olduğunu belirtir: birincisi sevecen ve kibar, ikincisi katı ve uzak. Çocukluğu yalnız geçer, (kız kardeşi 9 yaşında iken dünyaya gelir) kendisini rahatlatmak için oyun ve oyuncaklar icat eder. Kendini de içe dönük bir çocuk olarak tanımlar. Arkeolog olmayı istemesine rağmen bulunduğu şehirde bu bölüm olmadığından Tıp Fakültesi’ne girer. 1907’de Freud ile tanışır. Uluslararası Psikoanaliz Derneğinin ilk başkanı olur. Freud ile çok yakın arkadaş olurlar ancak 1913’te yolları ayrılır. Cinsellik vurgusu bu kopuşun temel nedenidir. Her ikisi de bu ayrılıktan oldukça olumsuz etkilenir. Analitik psikoloji olarak bilinen kendi yaklaşımını geliştirir. Kimileri Jung’u ırkçı, anti-semitist olarak nitelendirse de oldukça yaratıcı, içgörüsü yüksek ve kültürlerarası psikolojiye önemli katkıları olan biri olarak görülür. (Kaynak: Ankara Üniversitesi Açık Ders Kitaplığı)


Uzman Psikolojik Danışman Dr. Ümit Akçakaya kimdir?

Boğaziçi Üniversitesi, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümü’nden Onur Belgesi ile mezun olduktan sonra İstanbul’da çeşitli danışmanlık merkezleri ve kolejlerde psikolojik danışman olarak çalıştı. Bu süre zarfında İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde “Uygulamalı Psikoloji” alanında yüksek lisans yaptı. Psikoterapi Enstitüsü’nde üç yıl süren “Bütüncül Psikoterapi” eğitimini tamamlayarak “Bütüncül Psikoterapist” unvanını, Jungian Terapist Prof. Dr. İsmail Ersevim’den bireysel analiz ve süpervizyonlar eğitimi aldı. 

Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, “Kişilerarası İletişim” bölümünde doktorasını yaptı. Doktora tezi Carl Gustav Jung’un Analitik Psikoloji kuramı ve Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu üzerineydi.

“İçe Bakış & Uyanış Atölyesi” ve “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu & Arketipsel Sembolojisi” konularında grup atölyeleri ve ruh sağlığı profesyonellerine yönelik “Jungian Psikoterapi” konulu online eğitimler veriyor. Uyanış – Kişiliğin Gizil Kodları, Dönüşüm Kitabı, Özgür Ruhlu Çocuklar Yetiştirmek, Kayıp Kendiliğin İzinde – Kahramanın Yolculuğu isimli dört adet kitabı bulunuyor. 

Diğer uzman görüşü röportajlarını okumak için tıklayın.

Bir Yorum Bırakın

Epostanız gözükmeyecek.